Altın Işık

25 Şubat 2008 tarihinde tarafından eklendi.

ALTIN IŞIK
KONUSU: Türk masallarının, Türk halk öykülerinin ve Türk destanlarının bir bölümünün şiir halinde, bir bölümünün de düz­yazı halinde yazılmış olduğu bu kitap ilk defa 1923 yılında yayınlanmıştır. Asıl hedef milli edebiyatın bir parçasını oluşturmaktır.
Keloğlan Aynı masalın özeti, başka eserlerde de olduğu için, burada yer vermedik.)

Tembel Ahmet:

Bir Padişah’m aşk yüzünden delirmiş bir oğlu ile üç kızı vardı. Kızlarını evlendirecekti. Teker teker sordu. Büyük ve ortan­ca kız “Siz kimi münasip görürseniz” dediler. Küçük kız ise “Bir genç ile evlenmek isterim” deyince, kızdı ve onu memleketin en tembeli olan “Tembel Ahmet’ ile evlendirdi. Oğlanın tembelliği bir gün kızın iyice tepesini attırınca, başladı odunla kovalamaya. Oğlan evden kaçtı, gitti çalışmaya. Her gün kazancını getirip ka­pıdan veriyor, karısının korkusundan içeri giremiyordu. Bir gün bir kervanda iş bulup, yola çıktı. Yolda bir kuyunun başında su için durdular. Tembel Ahmet kuyuya İnip yukarıya su veriyordu. Bu esnada bir kapı görüp içinden girdi. İlerde bir köşk, köşkün içinde mahzun mahzun oturan, hapsedilmiş bir kız vardı. Kızı dönüşte kurtarmak üzere anlaştı. Kız ona parmağındaki yüzüğü çıkarıp verdi. Tembel Ahmet, Yukarıdaki bahçeden de heybesini nar ile doldurdu. Sonra heybesini eski bir arkadaşı ile evine gön­derdi. Annesi ve karısı narı kesince içinden mücevher çıktı. Bütün narlar öyleydi. Gelin kaynana mücevherleri satıp, çok güzel bir saray yaptırdılar. Padişah, kılık değiştirip bu saraya geldi. Bura­daki adamların hiç birini tanımayamadı.
Kervan sahibi Tembel Ahmet’e bir tepsi verip, Musul Kralına götürmesini söyledi. Kral, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzü­ğün, dört yıldır kayıp kızma ait olduğunu görünce gerçeği öğren­di. Tembel Ahmefin yanma asker vererek kızını kurtarmasını söyledi. Tembel Ahmet kızı kurtarıp babasının yanına getirdi. Meğer kız, Tembel Ahmet’in kayınbiraderinin nişanlısı imiş. Onu da yanma alıp memleketine Kervanı biraz geride bırakıp, evine geldi. Baktı ki evi bir sa­ray olmuş. Üstünü değiştirip, saraya gitti. Padişah’a durumu bir bir anlattı. Kızı alıp saraya getirince aşk yüzünden delirmiş olan şehzade iyileşti. Düğün dernek oldu, herkes mutlu mesut yaşadı.
Kuğular:
Bir padişahın Nilüfer isimli bir kızı vardı. Hanımı ölünce, bilmeden büyücü bir kadınla evlendi. Kadın kızın yüzüne vücu­duna çıkmaz, siyah bir boya sürdü. Kız çok çirkin oldu. Babası bile yüzüne bakmaz oldu. Büyücü kadın bununla yetinmeyip, kızın on bîr erkek kardeşini de kuğu haline soktu. Kuğular saray­dan uçup gittiler. Kardeşleri var diye her zulme katlanan Nilüfer, saraydan ayrılıp yollara düştü. Gide gide bir göl kıyısına geldi, Baktı gölde kuğular yüzüyorlar. Kuğular Nilüfer’i tanıyıp, ona sokuldular. Gece olunca da hepsi eski hallerine döndüler. Kız o zaman bütün kardeşlerini tanıdı. Sabah olunca kardeşler tekrar Kuğu haline döndüler. Aylarca, karşı göl ile diğer göl arasında gidip geldiler. Bîr gün rüyasında yaşlı bir kadın Nilüfer’e, “Bir süt golü bulunduğunu, bu gölde yıkanırsa eski haline dönebileceğini söyle­di ” Kız kardeşlerine rüyasını anlattı. Kızı süt gölüne götürdüler. Yıkanınca eskisinden daha güzel oldu.
Yine bir gece aynı yaşlı kadın rüyasına girerek, “Kardeşlerinin de eski haline dönmesini istiyorsan, mezarlıklardaki ayrık otlarından on bir gömlek örmeli, bu gömlekler bitinceye kadar en ufak bir kelime ko­nuşmamalısın” dedi. Kız başladı gömlekleri örmeye. Bir gün o ülkenin padişahının oğlu gezerken Nilüfer’i görüp, güzelliğine vuruldu. Kız hiç konuşmuyordu. Saraya getirip, kırk gün kırk gece düğün yaptılar. Kız yine susuyor ve durmadan gömlek örü­yordu. Kızın büyücü olduğuna hükmedip, asılmasına karar verdi­ler. Cellat hazırlık yaparken dahi kız son gömleğin son ilmiklerini atıyordu. Nihayet bitirdi. Bu arada on bîr kuğu gelip etrafına dizildiler. Kız gömlekleri birer birer onlara giydirince, on bir tane genç babayiğit delikanlı ortaya çıktı. Kız padişaha durumu anlattı. Babalan durumdan haberdar edilince, gelip evlatlarını bağrına bastı. Kız ile diğer ülkenin padişahının oğlu ile kırk gün kırk gece düğün yaptılar.

Keşiş Ne Gördün?

Yoksul bir kadının İplik eğirip satarak geçinen üç kızı vardı. O gün en küçük kız iplikleri pazarda beş kuruşa sattı. Dört kuruşa bir tavuk, bîr kuruşa da bir mum aldı. Ablaları ona çok kızdılar. Bu arada tavuk ellerinden kaçtı, küçük kız da peşinden koştu. Tavuk kaçtı, kız koştu, nihayet tavuk bir kapıdan içeri girdi. Kız da arkasından. Bir de ne görsün, bağlar, yeşillikler, cennet gibi bir yer. Az ilerde üç çadır. Biri elmaslı, biri incili, biri zümrütlü. Kim­secikler yok. Kız, sağı solu temizledi, yemekleri yaptı, sofraları dizdi, sonra da bir köşeye saklandı.
Üç şehzade geldiler, çadırda düzeni görünce, bir diğerinin yaptığını zannettiler. Sabah oldu yine gittiler. Kız yine aynı işleri yapıp saklandı. Birkaç gün böyle geçinde, şehzadeler bu işleri yabancı birisinin yaptığını anladılar. Nöbet tuttular. En sonunda küçük oğlan kızı yakaladı. Onunla anlaşınca, kendi çadırında sakladı.
Bir gün baba padişah başka ülkelere savaş ilan etti. Bu ne­denle oğullarını da çağırdı. Küçük şehzade, kız uyurken bir mek­tup bırakıp ayrıldı. Kız uyanıp mektubu okuyunca, hemen peşle­rinden gitti. Yolda, rast geldiği bir keşişe mücevherlerini vererek, elbisesini aldı; keşiş kılığına girerek yoluna devam etti.
Sonra da şehzadelere kavuştu. Küçük şehzadenin içi yanı­yordu. Keşişe sual etti. Keşiş ona güzel cevaplar verince, onu yanma aldı. Birlikte ülkelerine vardılar. Küçük şehzade keşişe bir antikacı dükkânı açtı. Her gün yanma gelip gidiyordu.
Sonra, harp olmadan barış sağlanınca, padişah oğullarını ev­lendirmek için her birine bir vezirinin kızını aldı. Küçük şehzade gelip, keşişe haber verdi. Kız düğüne, keşişin kız kardeşi diye katıldı. Lakin bütün gözler, kızın üzerinde idi. Vezirin çirkin kızı diye, bu kızı gelin odasına koydular. Şehzade geldi, kızı çok be­ğendi. Sabahleyin şehzade keşişin dükkânına gelince, parmağında kendi verdiği yüzükleri gördü. Kız her şeyi anlatınca, saraydaki vezirin kızını evine gönderdiler. Kırk gün kırk gece düğün yaptı­lar…

Pekmezci Anne:

Bir tüccarın tek bir kızı vardı. Hacca gideceği için kızını kim­lere bırakacağını düşünüyordu. Kız, ona “benim ve dadımın bir yıllık yiyeceği ile bizi kapat, sen gelene kadar idare ederiz” deyince aklına yattı ve öyle yaptı.
Padişahın oğlu, kızı duymuştu. Bir gün kocakarı kılığına gi­rerek bir şişe pekmez alıp pencerenin Önüne geldi. Komşunun damına çıkarak, ona pekmez sarkıttı. Bir de mani söyledi. Bu hal böyle günlerce devam etti. Her gün hem pekmez satıyor, hem de mani söylüyordu. Kız bu pekmezci anneyi çok sevmişti.
Aradan aylar geçmiş, hacca gidenlerin dönüşü yaklaşmıştı. Akçiçek’in babası, hacdan döndüğünde kapısının çok güzel süslendiğini görünce, hem sevindi hem de şaşırdı, ikinci gün ise padişah saraya çağırtıp, kızını isteyince mutluluğu daha da arttı. Kız, saraya pekmezci anne ile gitmişti. Bir ara kadın kayboldu. Şehzade ortaya çıktı. Kız ağlıyor ve pekmezci anneyi istiyordu. Şehzade kendisi olduğunu açıklayınca, çok sevindi. Kırk gün, kırk gece düğün yaptılar.

Yılan Bey’le Peltan Bey:

Bir padişahın hiç çocuğu olmuyormuş. Bir gün, “olsun da yı­lan olsun” demiş. Bir müddet sonra hanımı gebe kalmış. Doğum günü gelince, hangi ebe yaklaştıysa ölüyormuş. Bütün ebeler saklanmışlar. Padişah imamı çağırıp mutlaka bir ebe bulmasını emredince, imam konuyu karısına açmış. Karısı merak etmemesi­ni söylemiş ve hiç sevmediği üvey kızını saraya ebe olarak gö­türmeyi planlamış. Kız her şeyin farkındaymış. Annesinin meza­rına gidip, ağlayarak vedalaşmış. Mezardan annesinin sesini duymuş: “Hİç ağlama, bir kazan süt iste. Yılan o sütü içecek, karnı doyacak, seni de sokmayacaktır” diyormuş.
Kız bunları yapmış, kadın doğurmuş. Kız hediyelerle evine dönmüş. Aradan yıllar geçmiş. Yılan çocuk büyüyünce, okuma yazma öğrenme zamanı gelmiş. Hangi hoca ders vermeye geldiy­se, sokup öldürüyormuş. Padişah yine imamı çağırmış. İmam yine karısına söylemiş, karısı yine üvey kızını bu iş için gönderip ondan kurtulmayı planlamış. Kız yine annesi ile vedalaşmak için mezarına gelmiş, ağladı. Meza’dan annesinin sesi gelmiş: “Annesi, korkma yılan sana dokur.maz” demiş. Kız saraya gelmiş. Yılan Bey’e üç ayda okuma yazma öğretmiş. Kucağı hediyelerle dolu olarak evine dönmüş.
Bir müddet sonra padişah oğlunu evlendirmeye kalkışmış. Kimi koynuna soktularsa, sokup öldürmüş. Sıra yine bizim kıza gelmiş. Annesinin mezarına gitmiş, annesi, ona kırk kat giyinme­sini söylemiş. Kız da öyle yapmış. Yılan Bey’Ie gerdek gecesi, kız da soyunmuş. Yılan kırk kat derisini soyunca ortaya babayiğit bir delikanlı çıkmış. Üvey anne kıskançlıktan çatlamış.
Bir müddet sonra savaş çıkmış. Padişah oğlunun kendi yeri­ne orduya kumandanlık yapmasını istemiş. Kocası savaşta iken, üvey anne Ayşe’yi kandırıp, bir ırmağa sokmuş, sonra da arka­sından tekme ile dibe itelemiş. Elbiseleri ile mücevherlerini de alıp kaçmış. Ayşe, yüzerek kıyıya çıkmış. Çırılçıplak olduğu için bir mezarın kenarına saklanmış, yorgunluktan uyumuş. Yandaki bir mezarın kapağı açılmış, içinden çıkan bir adam, Ayşe’yi kucakla­yıp aşağı indirmiş. Orada beş altı çocuk varmış. Peltan Bey isimli bu kişi, esir düşmüş bîr padişah oğlu imiş. Aradan aylar geçmiş. Ayşe Kız, Peltan Bey’den hamile kalmış. Peltan Bey onu babasının memleketine göndermiş. Onun verdiği akıllarla, Peltan Bey’e yapılan büyüler bozulmuş. Esareti bitince, memleketine geri dön­müş. Ayşe ile Peltan Bey’in iki çocukları daha olmuş.
Yılan Bey, savaştan sonra ülkesine dönmüş, eşini bulamayın­ca, demir asa, demir çarık yollara düşmüştü. Yedi yıl sonra Peltan Bey’in sarayına gelerek ona misafir olmuş. Yılan Bey’Ie Peltan Bey birbirlerinin çok sevmişler. Sonra Peltan Bey, misafirini eşine göstermiş. Birbirini gören eski eşler hemen oracıkta bayılmışlar. Sonra Peltan Bey’e durumu anlatmışlar. Peltan Bey, fedakârlık yapmaya hazır olduğunu söylemişse de, Ayşe çocukları için Yılan Bey’e hayır demiş. Yılan Bey, üzüntüsünden tekrar yılan haline girmiş ve bir delikten süzülerek gitmiş. Ayşe, her zaman ağlaya­rak Yılan Bey’in mutlu olması için dua etmiş.

Kolsuz Hanım: (Manzum hikâye)

Bir padişahın Ay ve Yıldız isimli iki oğlu vardır. Bir gün ka­rısı ölür. Zorunlu olarak evlenir. Aradan yıllar geçer. Padişah hacca gitmeye karar verir. O gidince, karısı ismi Yıldız olan oğlu­nu iğfal etmek için plan yapar. Oğlan razı gelmeyince, onu hap­settirir. Ay, kardeşini merak eder. Yaşlı bir ihtiyar zindanda hapis olduğunu söyleyince, gizlice zindana girer ve onu bulur. Tam kaçacaklarken, üvey anne adamları ile birlikte yollarını keser. Ay kızın iki kolunu birden kestirir. Şehzade Yıldız ise delirir. Sonra da kızı bir sandığa koydurup, denize attırır. Denizde bir şehzade onu bulur. Durumu öğrenince intikam için harekete geçer. Bu arada Ay Hanım’a sevdalanır, evlenirler. Zaman içinde iki de çocukları olur.
Öbür tarafta, padişah bir türlü hacdan gelmemiş. Şehzade Yıldız iyileşmemiş, üvey anne de fırsattan istifade devranını sür­dürmektedir. Üvey anne bununla yetinmez, düşmanlığı devam ettirir. Öyle ki, gün gelir kocası Kolsuz Hanım’ın ve çocuklarının cellada dahi verilmesini ister. Lakin cellat, bunların haline acıya­rak, gömleklerini alır, bir av hayvanmın kanı ile sular ve öldür­düm diyerek saraya geri döner. Anne ve yavrular dağ başında tek başlarına kalmışlardır. Biraz sonra acıkırlar ve dua ederler. Önle­rine yemekler gelir. Dua ederler, yanlarında bir pınar olur. Dua ederler, yatacak köşkleri olur. Dua ederler Kolsuz Hanım’ın kolla­rı yerine gelir… Köşkünün kapısına yazar: “Burada her derdin şifası bulunur.”
Padişah hicazdan gelir. Bakar oğlu, kızı yok. Karışı bir sürü yalanla onu oyalar. Padişah oğlunu arar, buldurur. İyileşmesi için “Her derde şifa dağıtan” köşke getirir. Üvey analık da, çocuğu ol­madığı için köşke gelmiştir. Kızı görünce vazgeçip, gitmek ister. Fakat, kızı “burası mahkeme yeridir”diyerek, bırakmaz.
Her şey anlaşılır. Üvey anneyi kovarlar. Sonra hep birlikte, mesut yaşarlar. …
Aslında, bu hikâyede Milli Kurtuluş Savaşımız anlatılmak­tadır.

Küçük Hemşire (Manzum Hikâye)

Bir padişahın İki veziri varmış. Birinin üç oğlu, diğerinin üç kızı varmış. Üç oğlana “üç aslanlar”, üç kıza da “üç ceylanlar” der­miş. Bir gün, peri sazını bulması İçin babalarından “üç aslanlar”\ göndermelerini ister. Erkek çocukların babası, pek keyiflenmiştİr. Kızların babası vezir ise, üzgün bir şekilde evine gelir ve durumu kızlarına anlatır. Büyük ve ortanca kızları, erkek kılığına girerek, peri sazını getirmek için yola düşerler. Ancak, babalarının kendi­lerini sınamak için yaptığı eylemlerde başarısızlığa uğrarlar. En son küçük kız şansını dener ve babasının yaptığı sınavı kazana­rak, peri sazını getirmek için yollara düşer. Kıpçak eline varınca, yaşlı bir kadının evine misafir olur. Ona yüz altın vererek, saraya kapı görevlisi olarak girer. Genç Hakan henüz evlenmemiştir. Kızı görünce, bileklerindeki bilezik izlerinden cinsiyetini anlar, o an ismi Ali diye tanıtılan bu kızı Aliye olarak hayal etmeye başlar. Derdini annesine açar. Annesi, kız mı, erkek mi olduğunu anla­mak için, diğer üç erkekle yarıştırmasını söyler. Bu üç erkek, “üç aslan “lardır.
Sırası ile yağız ata binme, demir yayı çekme ve zincirli ayıyı yenme yarışları yapıldı. “Ceylan kız” bütün yarışlarda birinci oldu. Sihirli sazı alarak baba yurduna döndü ve sazı babasına verdi. Babası sevinçle saraya gitti. Padişah kızları küçük görmekle yap­tığı hatayı anladı. Kızı çağırtıp herkesin huzurunda tahtına oturt­tu. Kız, “ben yetkili isem, seçim yapılsın, millet meclisi oluşsun, meclis beni seçerse, başkan olmayı kabul ederim” dedi. Seçimler yapıldı. Meclis açıldı. Meclis, kızı başkan seçti.
Kıpçak Ham tahtını bırakmış, aşkının peşinden gelmişti. Ali­ye onu görünce yüreğinin sesini dinleyip, onunla evlendi.

Alparslan Malazgirt Muharebesi (Manzum Piyes):

Malazgirt Zaferi keyifli bir şekilde anlatılırken, Türklüğün ve İslamiyetin birbirinden ayrılmayacağı çok güzel mısralarla dile getiriliyor.
“islamiyet bir kızdır, bekçisi Türk bir arslan! Elinde dal kılıcı, bekler onu her zaman! “

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Satirik Şiir