Boğaziçi Şıngır Mıngır

3 Haziran 2008 tarihinde tarafından eklendi.

Eser boğazda yaşanan tarihi olayları ve tarihi eserleri konu edinmiştir.Bilgilendirmeye yönelik bir eserdir. Turistlere rehber niteliği taşır. İstanbul gibi benzeri olmayan bir şehre sahip olduğumuzu anlıyoruz. İstanbul’un Tarihi eserleri hakkında hiçbir yerde rastlanamayacak önemli bilgiler barındırmaktadır.

Eserden Bazı Bölümler:

Göksu Şemsiyeleri
Yeniden 1900 yılındayız. Ağustos ve cuma. Başka bir gün gelseydik bu kalabalığı bulamazdık. Dere boyu sandallarla hınca hınç. Çayırlar adam almıyor. Üsküdar’dan, Karaköy’den, Haliç ve Boğaz iskelele­rinden uçup gelenler bir seccadelik yer kapmak için birbirini çiğniyor. Paşa ve vezir hanımları için böyle bir zorunluluk yok. Onlar Arap halayıklarının yardımıyla kendileri için düzenlenen köşeye yürümek inceliğinde bulunsalar yetişir. Derenin yu­karısında ‘Tahtırevan’ denilen kafesli bir set de vardır. Kimi zen­gin karıları da burada konak tutar. Bunlar biraz da sazende ve hanendeleri dinlemek için buraya gelirler. Çünkü okuyucu ve çalgıcıların hünerlerini sergiledikleri yer bu dolaydadır. Ne ki, derenin solundaki Baruthane çayırı da bağrında birçok hanen­de ve sazende banndırmıştır. 1890 eylülünde Sabah gazetesin­deki bir ilan burada incesaz bulunduğunu ve ünlü okuyucu Musevi kızı Sare Hanım’in ‘teganni’ ettiğini yazar.
Kimi kadınlar da sandallarından dışarı çıkmaz, akşamı orada bulmayı yeğlerler. Dere boyundaki gölgeliği Küçüksu çayırında bulmaya pek olanak yoktur. Bu yüzden herkes de­re içini yeğler. Halk, ağaçlar altında serdiği seccadelerin ya da hasırların üstünde oturur. Yatar, kalkar, yemeğini yer, suyunu içer, namazını kılar, yine yatar, yine kalkar. Erkekler dere bo­yunca volta atmaktan da geri kalmazlar. Kadınların da çayır boyunda gezindikleri olur ama bir iki gidiş gelişten fazlasına çıkmazlar. Göksu’ya doğrudan doğruya arabalarla gelen ha­nımlar da vardır. Bunlar talika, koçu arabası ya da kupalara binerler.

İshak Kuşu Garip Garip Öter

İshakağa Çeşrnesi’ne “On Çeşmeler” adı da verilir. Kimi­leri ise “İshakağa Çeşmeleri” demeyi yeğler. İshakağa’nın Beykoz’da başka çeşmeleri de vardır. Bunlardan biri de Bey­koz çayırının ortasındadır. Büyük Çeşme’den 4 yıl sonra ya­pılmıştır. Doğu ve batı yüzlerinde birer musluk yer almıştır. Bunun suyu da gürül gürül akar. Gümrükçü’nün kondurdu­ğu üçüncü çeşme de Yalıköy’dedir ki “Yalıköy Çeşmesi” diye ünlenmiştir. Tophane kâtiplerinden halk ozanı Aşık Razı bu çeşmeleri gördükten sonra şöyle demiştir:
Öter İshak kuşu bak garip garip
Şimdi hazır ola geçelim. Tokat Kasrı’na doğru adımları­mızı sayacağız ki topu bin adımı geçmez. Yolumuz hep aynı düzlüğü sürdüren ve iki yakasında tepeler bulunan bir koyak­tan geçmektedir. Tepeler ağaçlarla pıtrak. İsterseniz, bir or­manın içinden geçtiğini düşünebilirsiniz. Ama yanılmaca yok. 1673 yılındayız. Aylardan da temmuz.
Tokat Kasrı, koyağın bitiminde, kendisini sürekli gölgeler içinde tutan ağaçların ortasındadır. Burada Hindistan’dan ge­tirilmiş bir kestane ağacı göklere sala verir ki gövdesini üç adam güçlükle sarar. Ağaç baştan başa daldır. En üstteki dal­ların görünmesine de olanak yoktur.
Kasrı, Fatih Sultan Mehmet yaptırtmıştır. Sadrazam Mah­mut Paşa, Anadolu’daki Tokat Kalesi’ni ele geçirdiği gün Fa­tih buradaki koruda avlanıyordur. Sevinçli muştuyu alınca şu buyruğu savurmuştur:
“Tez şurada bir hadika-i irennüma bina edin ve adına Tokat Bahçesi deyin, etrafına da avlanan hayvanların muha­fazası için Tokat suruna benzer bir çit çekin.” O yıl, burada bir köşk de yapılmıştır ki adına Tokat Kasrı denilmiştir.

1 Ağustos 1673 günü Fransız paşatoru Mösyö Nointel buradan da (Tokat Kasrı) şeref almaya gelmiştir. Bostancıbaşı kendisine köşkü gezdirmiş; ama kapalı olan bir odayı göste­rememiştir. Ekselans hazretleri, daha sonra, bahçede ve ko­ruda da ömrünü artırmış ve seyirlik devşirmeye gelen Türk­lerle karşılaşmıştır. Türkler kuzu çevirdiklerinden paşatora da tahta bir çanak içinde bir but sunmuşlardır. Elçi de inceliğini göstermek için ikramı geri çevirmiştir. Ama gerek kuzuya, ge­rekse kuzuyla birlikte yenen pilava öylesine ağzı sulanmıştır ki ertesi gün, daha sabah açılmadan, yine Tarabya’dan sandal­la yola çıkarak, adamlarıyla buraya gelmiştir. Yanlarında ye­mek, kap kaçak getirdikleri için Türklerin bir gün önceki ye­mek safasını, onlar da o gün sürmüşlerdir. Elçi, dinlenmek üzere, sonra yine kasra gelmiş ve duvarlarda bir gün önce göremediği levhalarla karşılaşmıştır. Bu levhalardan birinde:
Ağaçlar altın olsa inciler yaprak İnsanın gözün doyurmaz illa toprak
ikiliği yazmaktadır ki elçiye, her zamanki gibi eşlik eden An-toine Galland, kendisine bunun “yalnızlık içinde güzellik ol­mayacağı” anlamına geldiğini döktürmüştür. Elçi, öteki lev­hada neler dendiğini öğrenmek isteyince de Galland, onun da dünyaya geldiği vakit herkesin sevindiğini, bizimse gülme­miz gerektiğini şavullayan bir dörtlük olduğunu söylemiştir ki o dörtlük işte şu anda sizin de karşmızdadır:
Fikr et ey dil ki doğduğun vakit Halk handan idi ve sen giryan Ana say et ki öldüğün vakit Halk giryan ola ve sen handan.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Serbest Ölçü