BİLLUR KÖŞK MASALLARI

22 Nisan 2008 tarihinde tarafından eklendi.

BİLLUR KÖŞK MASALLARI  TAHİR ALANGU (1916-1973)

Billur Köşk:

Bir varmış bir yokmuş, bir ülkenin birinde, bir padişahın do­ğan çocukları, hiç yaşamaz, hemen ölürlermiş. Bir gün yine bir kızı olmuş. “Nasıl yaşatacağız?” diye derde düşmüşler. Nihayet yeraltında güngörmez, küçücük bir penceresi olan bir mağara yapıp, yanına sütninesi ve diğer yardımcılarım koyarak, kapat­mışlar.
Günler, aylar, yıllar hızla gelip geçmiş. Kız on beş yaşına ge­lince, güzel mi güzel bir kız olmuş. Sadece yanakları solgunmuş.
Yaşı ilerleyen kızın canı çok sıkılıyormuş. Bir gün yatakları üst üste koyarak, mağaranın üstündeki camı kırmış. Dadısı bak­mış ki olmayacak, gitmiş Padişah’tan yalvar, yakar kızın gezmesi için izin almış. Kız, artık dadısı ile beraber sarayın bahçesinde gezip dolaşabüiyormuş.
Kız, bir gün babasından “Kendisi için, billurdan bîr köşk yap­tırmasını” istemiş. Babası da, denizin tam ortasına, dünya üzerin­de benzeri olmayan bir “Billur KÖşk”ü yaptırmış. Kız da cariyeleri ile birlikte köşke yerleşmiş.
Billur Köşk’ün namı dünyanın dört bir yanına yayılmış. Ye­men Padişahı’nın oğlu da bu köşkü çok merak ediyormuş. Baba­sından izin alıp, bir gemi ile yola çıkıp, Billur Köşk’ün önüne varır. Burada, kız oğlanı, oğlanı kızı görünce birbirlerine deli gibi aşık olurlar. Oğlan, “İşte gemi, -pupa folken- doğru Yemen” der ve gemisine atlayarak doğru memleketine gelir.
Bu arada, kız da babasından yakut, elmas ve incilerle dona­tılmış bir gemi yaptırmasını ister. Babası da yaptırır. Kız gemiye binerek Yemen’e gelir. Gemi limana girince herkes başına topla­nır. Kısa bir sürede bu geminin ünü tüm Yemen diyarına yayılır. Gemi, şehzadenin de dikkatini çeker. H^atında daha önce böyle bir şey görmemiştir… Geminin genç kabanı ile tanışan şehzade, kaptandan şüphelenir. Kaptan bir kız kadar güzeldir. Ertesi gün şehzade, geminin yerinde olmadığını fark ederek telaşlanır. Çev­resinden gemi eşrafının sarayın karşısında bir konağa taşındığını öğrenir. Bir gün konağı gözetlerken pencerede güzeller güzeli bir kız görür ve kıza aşık olur. Oğlan hemen anasını kızı istemesi için gönderir. Kadıncağız, biricik oğlu için kalkar, kızın oturduğu konağa gelir. Kızda oğlanın anasına hep tepeden bakar. Kadınca­ğız, sinirli sinirli gelip oğluna anlatır. Oğlan, anasına yalvarır. Kadın, kıza gider. Kız her seferinde, yapılması zor olan işler ister, oğlan yaptırır. Ancak kız, bir türlü “evet” demez. O evet demedik­çe, oğlanın içindeki yangın da büyür. Kız, oğlandan son olarak tabutta bir ölü gibi yatarak onu beklemesini ister. Kız, oğlanın başına gelir ve: “İşte gemi, işte yelken,-yolum İstanbul- Pupa yelken” der ve gider. Oğlan, zamanında kıza söylediği sözü hatırlar ve hatasını anlar. Kız gittikten sonra hemen gemisine atlar ve gelir kızı bulur. Kırk gün kırk gece, düğün yapılır. Onlar ermiş mura­dına, biz çıkalım kerevetine…

Helvacı Güzeli:

Bir varmış, bir yokmuş. Bir adamın bir oğlu, bir de güzellikte benzeri olmayan bir kızı varmış.
Bir gün baba-oğul hacca gitmeye karar verirler. Kızın yanına aylarca yetecek erzağmı koyar, başı sıkışırsa mahallenin “müezzi­nine baş vurmasını” tembihler ve yola düşerler.
Müezzin bir gün minareye çıkmışken, kendisine emanet edi­len kızı biraz dağınık vaziyette görür ve içinde şeytani hisler u-yanmaya başlar. Kızı elde etmek için bir plan yapar. Ayarladığı bohçacı kadın, kızın kapısına gidip ona türlü diller dökerek kandırır ve müezzinin kenar bir mahallede kiraladığı hamama getirir. Kız soyunup havlulara sarınıp, içeri girince, müezzin efendiyi kurna başında görür. Ancak, akıllı davranır ve “birbirinin başım yıkamayı” teklif eder. Kendisi önce müezzinin kafasını güzelce bir sabunlar. O sabunlu halde iken, bütün suları tıkayıp sonra da ıslak havlularla, onu güzelce bir döver, sonra da hamamdan çıkıp evine gelir.
Müezzin, bunun üzerine kızın babasına bir mektup göndere­rek, “kızının kötü yollara düştüğü” yalanını yazar. Adam mektubu alınca, hemen oğluna, “Git bacını öldür ve kanlı elbisesini bana getir” der. Oğlan, bacısını çok sevmektedir ve bunlara inanmamaktadır. Kalkar, memleketine gelir. Sorar soruşturur, kız kardeşinin temiz olduğunu anlar. Eve gelir ve “Gel birlikte babamı karşılamaya gide­lim” der. Evden çıkarlar. Yolda, abisi kardeşine olanları anlatır. Oğlan çare olarak, kardeşinin elbiselerine hayvan kanı sürer, kar­deşi de alır başmı bilinmez yerlere gider. Oğlan tekrar babasının yanına varır.
Zavallı kız yürür, yürür. Akşam karanlığı basınca, bir ağacın üstüne çıkar, uyur. Ağacın dibinde bir pınar vardır. Sabah, ülke padişahının oğlu, suyun başına gelir, su içer. Ama, atı bir türlü içmez. Meğer kızın hayali suya vuruyormuş. Şehzade başını kal­dırır ve kızı görür. Konuşa konuşa kızı ağaçtan indirip, alır sara­yına getirir ve düğün dernek yaparak evlenir.
Aradan yıllar geçer, kız artık üç çocuk annesi olgun bir ka­dındır. Ancak, yıllar sonra da olsa memleket özlemi yüzünden ağlamaya başlar. Kocasından izin alarak, çocukları ile birlikte babasının ve ağabeyinin akibetini öğrenmek için yurduna döner. Şehzade, çocuklanna ve hanımına göz kulak olmak üzere vezirini de görevlendirmiştir.
Meğer vezirin de kadında gözü varmış. Yolda, kadının ken­disinin olmasını ister, kadın razı olmayınca, çocuklarını öldürür. Kadın, bir yolunu bulup kaçar. Vezir, geri döner ve şehzadeye kadının “çocukları ile birlikte kaybolduğunu” söyler. Zavallı şehzade üzüntüsünden deliye döner Zavallı kadın, yürüyerek kendi baba yurduna varır. Mücev­herini, küpesini satarak kendisine erkek elbiseleri alır ve erkek kılığına girer. Sonra da gördüğü yaşlı bir helvacının yanma gide­rek, “kimi kimsesi olmadığım, kendisini yanına çırak olarak almasını” İBter. Adamcağız kabul eder. Kadın başlar “dükkânda çalışmaya.
Yaptığı helvaların namı dört bir yana yay^r.
Zavallı şehzade ise bu arada, eşini ve çocuklarını bulmak i-i çin, veziri ile birlikte kıyafet değiştirerek yollara düşüp, gele gele, kızın bulunduğu kasabaya varır. Tavsiye üzerine heiva yemek İçin, kızın dükkânına gittiklerinde, kız veziri tanır ancak, hiçbir şey belli etmez. Onlara, “yabancıya benziyorsunuz, bu gice misafirim otun” der ve onlar da kabul ederler. Bu esnada, kızın baba evinin bulunduğu mahallenin insanları da bir eğlenceleri olduğu İçin, helvacıyı davet etmeye gelmişlerdir. Neticede, kız ve misafirleri ile birlikte, helva yapmak için gerekli bütün malzemeleri yanları­ma alarak, kızın eski mahallesine giderler.
Kız helva yaparken, sevdiği sevmediği herkesin bir arada ol­duğunu görür. Bir yandan helva yer, bir yandan sohbet ederler. Gecenin sonuna doğru, Helvacı Güzeli’nden de bazı şeyler anlat­masını isterler. “Baş üstüne” der, “Yalnız, ben anlatırken kimsenin dışarı çıkmasını istemem, çıkacak olanlar varsa şimdiden çıksın” diye devam eder. Kimse dışarı çıkmaz.
Kız, anlatmaya başlar. Müezzin bölümünü anlattığında, mü­ezzin dışarı çıkmak ister, bırakmaz. Vezirin yaptıklarını anlattığı bölüme gelir; vezir çıkmak ister, bırakmaz. Bu arada orada bulu­nan hemen herkes anlatılanları gözyaşları içinde dinlemektedirler. iz sonunda, “O kız benim. Müezzin budur, vezir de bu” deyince suçlular yakalanır, hapsedilir. Baba, kız, kardeş, Şehzade sarmaş dolaş olurlar. Yeniden kırk gün kırk gece düğün yapılır.

Zümrüdüanka Kuşu:

Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın bahçesinde, bir elma ağacı varmış. Meyvelerini, her yıl bir. dev gelip yer gidermiş. Bu durum padişahı çok üzermiş. Ancak kimse devle başa çıkamadığı için önleyemezmiş. Sıra ile büyük ve ortanca oğullan devi önle­meye çalışmışlar, ancak başaramamışlar. En son küçük oğlan, babasından izin isteyip o yıl elma ağacını beklemeye başlamış. Dev yaklaşınca, yayına taktığı zehirli oku “Ya Allah” deyip, devin başına atmış. Dev, debelene debelene kaçmış, gitmiş. Oğlan da topladığı elmaları sabahleyin babasına götürüp vermiş. Babası bu işe çok ama çok sevinmiş. Ancak oğlan bununla yetinmeyip, devi tamamen ortadan kaldırmak için babasından ısrarlı bir şekilde izin istemiş. Babası üç kardeşin gitmesi şartıyla izin vermiş. Üç kardeş, böylece düşmüşler devin İzine.
Vara vara bir kuyunun başına gelmişler. Sırayla içine büyük ve ortanca oğlan, “yandım anam” deyip, dışarı çıkmışlar, Küçük oğlan inince, yürümüş de yürümüş. Kuyunun dibinde yan yana üç odada nakış işleyen üç tane dünya güzeli kız görmüş. Bunların en küçüğü, oğlana devin uyuduğu odayı göstermiş. Oğlan devle kavga edip öldürünce, hep birlikte devin hazinelerini de alıp, yukarı çıkmaya başlamışlar. Oğlan, diğer kızları, ağabeylerine “sizin kısmetiniz” diyerek yukarı göndermiş. Sıra küçük kıza gel­miş. Kız “önce sen çık” demişse de dinletememiş. Kız çıktıktan sonra, ağalan bu güzelliği görünce oğlanı kıskanıp, ipi kesmişler. Oğlan, kuyunun dibinde kalakalmış. Halbuki kız, böyle olacağını bilmiş, oğlanı uyarmıştır. Oğlanlar, babaların sarayına varınca yalan yanlış anlatarak, babalarını kedere boğmuşlar.
Küçük oğlana gelince; yürümüş de yürümüş. Önüne kara koyun ile ak koyun çıkmış. Kızın “ak koyuna bin” sözünü yerine getirmek isterken, yanlışlıkla Kara koyun’a binmiş ve yerin yedi kat altına inmiş. Burada da yürümüş de yürümüş. Bİr yaşlı kadı­nın evine varmış, içtiği su çok pişmiş. Sebebini sorunca, bir ejder­ha yüzünden olduğunu öğrenmiş. Meğer her yıl ejderhaya bir de padişah kızı kurban ediyorlarmış. Oğlan, bunun üzerine çeşme başına varmış ve ejderhayı öldürüp padişahın kızını kurtarmış. Bunun üzerine Padişah oğlana: “Dile benden ne dilersen” demiş. Oğlan “bana on gün izin verin, düşüneyim” demiş. Dağlara gezmeye çıkmış. Burada, kuş yavrularını yemeye çalışan bir yılanı öldür­müş. Yorgunluktan da orada uyuyup kalmış. Ana kuş, yavruları­na zarar veren yaratığı buldum deyip sevinerek öldürmeye kalkı­şınca, yavruları durumu anlatmışlar.
Bu, Zümrüdüanka kuşuymuş. Oğlan uyanınca konuşmuşlar. Kuş, ona yardım etmeye karar vermiş. Kırk günlük et ve su tedarik etmesini söylemiş. Oğlan gelmiş, bütün hazırlığını yapmış ve bir gün gizlice yola çıkmışlar. Yolda, kuş “gak” dedikçe et, “guk” dedikçe su vermiş. Yolun sonuna geldiklerinde, kuş “gak” demiş. Et kalmadığı için, oğlan bacağından kesip vermiş. Kuş, bu eti yemeyip dilinin altına saklamış, indiği vakit, kuş bin bir övgü ile eti vermiş, o da bacağına yapıştırmış. Kuş yoluna gitmiş, o da yoluna gitmiş.
Bundan sonra, küçük şehzade bir keloğlan kılığına girmiş. Yürüyerek baba yurduna varmış. Sıra ile bahçıvanlık, terzi çırak­lığı, kuyumcu çıraklığı yapmış. Her seferinde önüne çıkan zorluk­ları, küçük kızın kendisine verdiği üç kılı bir birine sürterek karşı­sına çıkan deve yaptırmış. Nihayet hedefine varmış. Bir gün sa­rayda, padişahın oğlanları ile üç kızm düğün töreni yapılacakmış. Ustası ısrar etse de Keloğlan dükkânda kalır. Sonra dev, Arap’ı çağırıp isteklerini sıralar. Arkasında düğün meydanına varır. İki gün arka arkaya cirit meydanına çıkan ağabeylerini yener ve ka­çar. Üçüncü gün ise kaçmaz. Padişahın huzuruna getirildiğinde her şeyi anlatır. Babası sevinç gözyaşları içinde oğlunu kucaklar. Diğer ağabeylerini cezalandırmasını isterse de oğlan affeder. Üç kardeş, üç kız evlenip, bundan sonra mutluluk İçinde yaşarlar.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Dramatik Şiir