ALDI SÖZÜ ANADOLU

2 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

ALDI SÖZÜ ANADOLU

 

KONUSU: Anadolu kültürü ile ilgili hemen her konuda söyleşiler, türküler, şiirler vb. örnekleri ile dolu bir kitap.

 

Diyoruz ki:

 

Arabamız köyün meydanında durduğu za­man, hemen dikkatimizi çeken büyük ve heybetli çınar ağacına baktık ve altında oturan köylülere kaç yaşında olduğunu sorduk. Sözü yaşlı bir amcaya bıraktılar: “Onu bu meydana diktikleri zaman ben daha çocuktum. Birlikte büyüdük sayılır. Biz baktıkça öyle büyüdü ki, heybetinden ürker hale gelmiştik. Derken ne oldu, nasıl oldu bilemiyoruz, bir kış dallarından biri kütürdeyerek göçtü. Bir fırtınada birkaç dalı daha koptu. Bir bahar san sarı küfler kabuğunu sardı. İçinde, nereden geldiği bilinmez haşereler türemişti. Aklı erenler, ‘gövdeye ba­kın, gövde çürümemişse önemli değil’ dediler. Hemen temizliğe başladık. Dalları budadık.
“Çınar dediğin devlet gibidir. Sen köke bak, gövdeyi ayakta tut. Eğer kökünü kemiren kurtlan ayıklar, toprağını eller, suyunu zamanın­da verirsen, gövdeye balta vurmaz, küflerden, mantarlardan temizlersen; daha açığını söyleyeyim mi? Gözün gibi bakar, seversen, sen seversen her çaresini bulursun çınarı ayakta tutmanın ve yüceltmenin; sevmez­sen, sahip çıkmazsan, sen de bir balta vurur çürütürsün. Gün gelir kütüğünü gözler önünde alev alev yakarlar da seyrine bakarlar. Diyece­ğim şu ki, iş senin elinde, sana bağlı.”
Doğru söylüyordu ihtiyar. Koca çınarda devletimizi görü­yorduk.

 

Anadolu Üstüne:

 

Hey koca yurt. Bin yılların, beş bin yılla­rın az geldiği bir medeniyet beşiği Anadolu. Adım başı tarih, adım başı geçmiş medeniyetlerin izleri…Tarih öncesi dediğimiz yazısız çağların ardından Hititler, Yunanlılar, Romalılar, Bizanslı­lar ve… Ellerini uzattıkları her yeri camiler, medreseler, mescitler, kütüphaneler, hanlar, hamamlar, kervansaraylarla doldurmuş bulunan uygarlık abidesi Selçuklular… Onlardan sonra, bu kültü­rün hasadını yapan Anadolu Selçukluları…

 

Onların arasından bir beylik, koca bir devlet olur. Bu Ulu Çınar’a Osmanlı derler…Üç kıta ve üç iklime hükmeden yeryüzünün en ömürlü devleti Osmanlı Devleti. Sonrası, Trakya’yı da içine alan bir Türkiye’dir Anadolu…
Anadolu insanı, Anadolu’nun bereketini, yaşlı bir ananın bakracındaki ana sütü gibi ak ayranında simgelemiş, bu anada doğuran ve besleyen Anadolu’yu bulmuştur. Bu yüzden Anado­lu’da, tarihinin İlk gününden beri, ana sevgisiyle Anadolu sevgisi birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

 

Dağlardan Ağrı Dağı:

 

Anadolu, dağ dedi durdu. Obasını çeviren sıra sıra dağlan, kendi çilesinin dert ortağı saydı. Köroğlu, “Hemen Mevlâ ile sana dayandım. Arkam sensin, kal’âm sensin, dağlar hey!” dedi. Karacaoğlan: “Karacaoğlan size bakar sevinir. Sevinirken kalbi yanar göyünür. Kımıldanır hep dertlerim devinir. Yas ile sevincim yıkışır dağlar” demiş.
Bu dağların en yükseği, “Ağrı Dağı”dır. İki tepesi vardır. Te­pelerden büyüğüne “Büyük Ağrı Dağı”; küçüğüne ise “Küçük Ağrı Dağı” denir. v
Ağrı dağları, asıl şöhretlerini kutsal kitaplardakİ Tufan Efsa-nesi’nden alırlar. Efsaneye göre, Nuh’un gemisi tufan sırasında bir dağa çarpmış ve “Sübhanallah” dediği için o dağın ismi “Sübhanallah Dağı”; başka bir dağa çarptığında “Allahuekber” dediği için, bu dağın adı da “Allahuekber Dağı” olmuş. Tufandan sonra ise, Ağrı Dağı’nın en yüksek tepesi olan Cudi’de karaya oturmuş, hep beraber “ne ağır dağ” dedikleri için bu dağın adı da “Ağrı Dağı” olmuş; Nuh Peygamber beraberindekilerle birlikte dağın eteğinde bir köy kurup yerleşmiştir.
Dağlar unutulmaz Anadolu’da, dağlar, ulu dağlar…

 

Anadolu’da Kilim Demek:

 

Her yazı bir düşünceyi anlatır. Anadolu insanı yazıdan yoksun olunca, düşüncelerini kendine özgü şekiller ve renklerle dile getirmeye çalışmış, bu şeklileri, renkleri, halısına, kilimine, yağlığına, çorabına işlemiştir. Her renkte, dileğini ve özlemini belirtmiştir.

 

Anadolu’nun kilimleri bir renk sofrasıdır. Aynı zamanda doğaya karışmış, doğanın çocuğu Anadolu kadınının alın yazısı, çilesidir.
Her yörenin kendine özgü bir kilimi vardır. Renkler ve de­senler, bir gelenek zincirinde yüzyıllara ulaşır. Her çizginin dili aynıdır, anlamı başka… Anadolu’da kilim demek özlemi, inancı, sevgiyi, ilmik ilmik, renk renk dokumak demektir.
Bir gün bir Yörük beyi, çadırının önüne atılmış bir kilimi go-rür ve hemen kilimi dokuyan kızı ile babasını buldurtur. Kilim­deki desenlerden, babasının kızını istemediği birisine vermek üzere olduğunu anlamıştır. Adama armağanlar verir ve kızını sevdiği genç ile evlendirmesini söyler.
İşte böyle. Kilim, onun dilinden anlayanlar için yerine göre bir dilekçe, bir mektup olur.
Bülbülüm şakı beni/Mektubum oku beni./Aşktna oldum yu-makJKilimde doku beni.
Şu sevdadan bayıldım,/Seni gördüm ayıldtm./Geçtiğin yollara benJKİlim oldum yayıldım.
Dolaştım adım adımJDört bucağı taradım.IGözlerinin rengi­ni,/Kilimlerde aradım.
Anadolu’da kilim demek, hayata renk vermek ve tabiata hâ­kim olmak demek…

 

Anadolu Nakış Nakış:

 

Tarihi boyunca kadın, her yerde, her zaman, güzel görünmek için en göz alıcı renklerle giyinmiş, güzel ne varsa takmış takıştırmış, baştan ayağa süslenmiştir. Kadın, önce baş güzelliğine önem vermiştir. Anadolu’da “Kadının başına, ağanın aşına, atın dişine baki” diye bir söz vardır.
Anadolu’da, kadının başlıklarına bakarak, evli mi bekâr mı olduğunu anlamak kolaydır. Beyaz bekârlığın, al evliliğin simge­sidir. Al üzerine yeşil çocuklu kadını, sarı renk dulluğu gösterir.
Sadece başlıklar değil, yağlıklar, peşkirler, çevreler, onlar da renkleriyle konuşurlar.
Bir zamanlar, Manisa’nın fakir mahallelerinin birinde, yedi kız kardeş, birbirlerinden habersiz Manisa Beyinin genç ve güzel oğluna aşık olurlar. Bu durumu öğrenen Manisa Beyi, kızların birer mendil dokumasını, oğlunun hangi mendili beğenirse, onu dokuyan kızla evleneceği haberini kız babasına iletir.
Mendiller geldiğinde oğlan birini eline alır ve hepsinin birbi­rine bağlı olduğunu görür. İki satır da yazı vardır: “Biz yedi kız kardeşiz. Birbirimizden ayrılmayız. Sen mutluluğunu başka mendilde ara.”
O günden sonra kızlar bir daha evlilik lafını ağızlarına dahi almazlar. Bütün Ömürlerini evlenemeyen kızlara çeyiz yapmakla geçirirler.
İşte bu kızların bulunduğu Yedi Kızlar Türbesi, genç kızların ziyaret yeridir. Çoğu zaman telli duvaklarla süslenir.

 

Anadolu’da Renkler Üstüne:

 

Sarı sevdanın şiddetini gösterir. Yeşil murattır, sevgiliye ula-Şir. Mavi umuttur. Beyaz mutluluğu, siyah üzüntüyü söyleşir. Al giyenin gönlü dolu, mor giyenin çoktur malı… Pembeye .gönlüm akmaz, turuncuya kimse bakmaz..
Anadolu kadını bu renkleri hep doğadan, bitkilerden elde eder. Birçok köyün, kasabanın yanı başında Boyahk denen tarlalar vardır. Boya bitkileri özel olarak bu topraklarda yetiştirilir.
Gökkuşağı Anadolu’da bir efsane kaynağıdır. Kim altından

 

Karacaoğlan’ın Güzeli:

 

Karacaoğlan, Anadolu’nun her genç kızında ayrı bir güzellik görür: “Elifi dersen de nazlıdır nazlı/Eşe’yi dersem de sırf ala gözlü/Söyletme Şerfe’yi bülbül avazlıl Söylüyor Zilha’nın dilleri güzel.
Emine’yi dersem incedir ince/Bağdat’ın, Mısır’ın gülleri gon-caJEşe’nin kaşı da kalemden ince,/ Sevmeye Nuri’nin belleri güzel.
Karadan da Karacaoğlan karadan/Sürün çirkinleri çıksın ara­dan/Herkes sevdiğine verse yaradan/ Sevdiğim Meryem’in benleri gü­zel. ” Karacaoğlan arı gibi, her çiçekten bal toplar: “Deli gönül gezer gezer gelirsinJArı gibi her çiçekten alırsın/Nerde güzel görsen orda kalırsın,/Ben senin derdini çekemem gönül.”
Karacaoğlan sözü aldı mı sonu gelmez. Karacaoğlan’da Anadolu konuşur. Karacaoğlan Anadolu’yu konuşturur. Bir Devirde Anadolu: Malazgirt zaferinden sonra, Türk O-ğuz boyları Anadolu’da köyler, kasabalar kuruyor; Anadolu Türkleşiyordu. Selçukluların başkentleri Konya’dan başlayarak nice Anadolu şehirleri, mimari şaheserlerle donatılmıştı. Bu üstün medeniyeti beylikler, yeni eserlerle zenginleştirdiler. Osmanlı Devleti bu köklü ve zengin medeniyetin mirasçısı oldu. Osmanlı’nın 16. yüzyılı bir şaheserler devridir. O zamanki Avusturya İmparatorluğu’nun Büyükelçisi Busbecq o dönemi anlattığı mektuplarında şöyle der: “Türkler, üstün meziyetlerin, yeteneklerin doğuştan ve bir miras olarak atalardan geldiğine inanmaz­lar. Türklerde şan ve şöhret, yüksek mevkilere gelmek çalışma ve doğru­luğun mükâfatıdır. Tembel ve pısırık olanlar, kötü niyetliler için yük­selme yolları kapalıdır. Türklerin giriştikleri her işte başarı kazanmaları­nın, üstün bir millet olmalarının ve gün geçtikçe devletin sınırlarını biraz daha genişletmelerinin asıl nedeni bu olsa gerek…”
O zamanki Anadolu için de şunları söyler: “Savaşta ve sanatta hünerli, doğruluktan, mertlikten yana, eşi bulunmaz, gösterişten uzak, konuksever insanlar cenneti.”

 

Anadolu’da Konukseverlik Gelenekseldir:

 

Anadolu konuk­severliğinin kökleri tarihin derinliklerindedir. Temelinde eski Ahi gelenekleri yatmaktadır. Ahiliğin her köyde, her kasabada ve şehirde, ocakları, odaları ve tekkeleri vardır. Ahiler, geleneksel kurallara göre, gelen konukları ağırlar, bunu bir toplum görevi sayarlardı.
Arap seyyahı İbni Batuta, Anadolu için şöyle der: “Tanrı, güzelliklerini öteki ülkelere ayrı ayrı dağıtırken, burada hepsini bir araya getirmiştir. Burada dünyanın en güzel insanları, en temiz giyimli halkı yaşar, en nefis yemekler pişirilir. Tann’nın yaratıkları içinde en şefkatli, en konuksever halk Anadolu’dadır.”
Anadolu’nun konukseverliği üzerine söylenecek çok söz, an­latılacak çok hikâye vardır.
Konuğa İkram; Yeryüzünde mutfağı bu kadar çeşitli, Türk­ler gibi bir millet az bulunur. Bir yemek uzmanı, 82 çeşit çorba yapıldığını saptamış.
Konuk odalarında konuğun önüne dizi dizi yemekler geldik­ten sonra, kahveler, çaylar içildikten sonra, söz sohbet faslı başlar. Böylece, köyde yaşayanlar konuklan sayesinde, diğer yörelerde yaşayan insanlar hakkında bilgi sahibi de olurlar.

 

Bir Sıcak Çorbada Anadolu:

 

Çorba, Anadolu’da buram bu­ram tüten ilk ikram kâsesİdir. Bakın şair, çorba için ne demiş:
“Kana kuvvet, göze fer, batna ciladır çorba, İllet-i cû’ya deva, mağz-ı gıdadır çorba. Âlemin sevgilisi dense sezadır çorba, Ağmya dostu, muhİbb-İfukaradır çorba.”
“Çorbada bizim de tuzumuz bulunsun” sözü, Anadolu’da yar­dımlaşmanın ifadesidir.
Çorbaya “neden önden gelirsin” diye sormuşlar. “Ardımdan ge­lecek etliyle, tatlının yolunu açmak için” diye cevap vermiş.
Lokman Hekİm’e sormuşlar: “Hastaya ne verelim?”
“Çorba” demiş.
“Çok yaşamak İçin ne yiyelim?” diye sorulunca da, “ekşili çorba” diye karşılık vermiş.
Bir Fincan Kahve: “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözü Anadolu’nun her yöresinde bilinir ve söylenir.
Kahve 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne girmiş ve yayılmıştır. Bir ara yasaklanmışsa da, sonra bu karardan vazgeçilmiştir. Kah
vehanrjlerdeki gelenek ve görenekler birçok yerli ve yabancı yaza­ra konu olmuştur.
“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane
Gönül sohbet ister, kahve bahane” dizelerinde konuşmak ve paylaşmak isteği vardır.
Yolunuz bu töreyi sürdüren bir Anadolu köyüne düşerse sa­kın ola ikramları geri çevirmeyiniz. Anadolu’nun gönlü incinir. Anadolu’da Tuzun da Bir Sözü Var: Tuzu, ilk çağlarda ge­nellikle avcılıkla geçinen Türklerin keşfettiğini ve dünyaya tanıt­tığını tarih yazar. Tuz Anadolu’da ekmek, su gibi kutsal sayılır. “Ekmek, tuz hakkı”nm hikâyesi bile vardır. Buna göre, Yavuz Sul­tan Selim, kendisini tanımayan bir çobana misafir olur ve onunla birlikte, ekmeği tuza banarak yer. Sonra da kendisini tanıtır. Bu sefer de çoban ondan, “Tuz ve ekmek hakkı için ” bulunduğu pınarın başına bir şehir kurmasını ister. Böylece “Sultaniye” şehri kuru­lur.
Keklik Konduran Ozanlar: Anadolu’nun Ege ve Akdeniz bölgelerinde, Orta Anadolu’da, Toroslar’da, Doğu ve Güneydoğu illerimizde, Karadeniz dağlarında, Trakya’da küme küme, oba oba Yörüklere, Yörük çadırlarına rastlarsınız. Bunlar dil, kültür, gelenek ve sanatlarında eski ve köklü Türk kültürünün öz kay­naklarını sürdürürler.
Yörükler keçi kılından dokunan kara kıl çadırlarda otururlar. Kara çadırın içini döşeyen eşyalar taşınması kolay, çok yer tutma­yan, yünden dokunmuş keçe, kilim, çuval, heybe, su tuluğu, deri yayık gibi her gün kullanılan yüklerdir. Süt sağmak, yün ve kıl­dan halı, kilim dokumak, çeşitli bitkilerden boya çıkarmak ve yün boyamak Yörük kadınlarının başlıca işidir. Bu yüzden Yörük sanatı katıksız halk sanatı, halkın sanatıdır.
Halk ozanlarımızdan çoğu Yörük ozanları, en azından Yö­rükler arasında şu obadan bu obaya göçüp konan gezgin ozanlar­dır. Bu ozanların gerçek ozan olup olmadıklarını sınamak
gibi öterek keklikleri başına toplamayı becerebilir. Şayet keklikleri toplayamazsa, onun ozanlığı kaç para sayılır ki?

 

Anadolu’da Pınarlar Vardır:

 

Anadolu’da, susuz toprakların yanık bağrından, büngül büngül kaynayan pınarlar vardır. Ana­dolu’nun ilk çağlarında Hititler, nerede bir kaynak bulmuşlarsa, oraya bir su tapınağı yapmış, pınarları, bereket tanrıçalarının kutsal ocağı saymışlardır.
Akpınar, Karapınar, Kırkpınar, Ulupınar, Gürpınar bunlar Anadolu’nun bir pınar başında kümeleşmiş obaları, köyleri, kasa­balarıdır. Yanıkpınar, Dertlipınar, Çobançeşmesi, Sarıkız Suyu, bunlar da Anadolu’nun aşk öyküleriyle süslenmiş kaynaklarıdır.
Anadolu’nun köyleri ve kasabalarında çeşme başları bir se­yirliktir. Kızlar, sadece su doldurmaya gelmezler, bir bakıma görücüye çıkarlar çeşme başlarında. Oğlan su başında görür kızı, o günden sonra yüreğinde ılım ılım bir sızı.
Anadolu Dünya Medeniyetine Açılan Aydınlık Kapıdır:
Orta Asya’daki geleneksel Türk kültürü bu defa Anadolu’da ken­dine özgü, geleneksel unsurlarını kaybetmeden yeni bir yaratıcı­lıkla meyvelerini veriyordu.
Anadolu’nun asker fatihleri yanında, bilginler, mutasavvıf­lar, sanatkârlar ikinci fatihler olarak yer alırlar. Anadolu bu ikinci fatihlerin elinde bir yönden mimari sanat eserleriyle süslenirken, öte yandan fikren de gelişir. Çağın büyük bilginleri, şairleri, filo­zofları, sanatçıları Anadolu’da toplanırlar.
Anadolu medeniyeti, Batı medeniyetini de tesiri altında bı­rakır. Haçlı Seferleri sırasında Avrupalılar, Selçuklularla sıkı te­masa gelerek birçok yeniliği görür ve bunları Batıya aktarmakta güçlük çekmezler.
Selçuklular devrinde, fikirleri ve eserleriyle Anadolu’ya ışık tutan, Anadolu’yu aydınlatan mutasavvıf ve şairlerin çoğu, özel­likle on üçüncü yüzyılda Asya’nın Horasan Türk bölgesinden Anadolu’ya göçmüşlerdir. Bunlara “Horasan Erenleri” de denir. Bunlar arasında Ahmed Fakih, Hoca Dehhani, Şeyyad
Yunus Emre, Aşık Paşa, Gülşehri, Mevlana, Ahi Evran, San Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli, Nasreddin Hoca, Sadreddin-i Konevi gibileri başta gelmektedir.

 

Anadolu Bir Destanlar Ülkesidir; Destanlar Anadolu’nun şanmdandır. Dede Korkut, Battal Gazi, Köroğlu gibi kahramanlık; Karacaoğlan, Dertli gibi aşk destanları olduğu gibi, daha birçok Çeşit destan örnekleri vardır.
Bir savaş oldu mu, Türk ozanları, sazları omzunda sınır boy-larındadır. Bir ozanlar ordusu kurulmuş sanırsınız. Mehmetçiğin tüfeği, aynı zamanda sazıdır da… Bir yabancı Türkler için: “Bu insanlar sevmesini de bilirler savaşmasını da” demiştir. Ne dersiniz, öyle değil miyiz?

 

Anadolu halk ozanlarının bir yönü de destan şairi olmaları­dır. Destanları, halkı etkileyen, halka heyecan veren olaylar yara­tır. Bu bir kahramanlık olduğu gibi, acıklı bir olay da olabilir. Hatta güldürücü destanlar bile vardır.

 

Anadolu Manilerde:

 

Maniler, Anadolu’nun bir kalemde söy­leyebileceği son sözdür. Bu yüzden, mâniler “sözün özü” dörtlük­lerdir. Karşılıklı mâni atışmalarının yapıldığı toplantılar bile tertip edilip; karşılıklı olarak mâniler söylenirdi. Mânicibaşı bir konu açar, sonra da bu konu üzerinde mâniler söylenirdi.
Her bölgenin, hatta her yörenin mânileri vardır. Bölgesel a-ğızlarla, dil özellikleriyle, duyuş düşünüş ve söyleyiş biçimleriyle bu mâniler, benzer yönleri çok olmakla birlikte birbirinden ayrılır, o bölgenin karakterini taşır.
Mâniler Anadolu’nun gönül sofrasına katıktır, ağza tat verir.

 

Gittim İstanbul’a bir uzun yolmuş/Nerde güzel varsa buraya dol­muş/Herkes sevdiğini yanma almış/Bülbülü olmayan gül bulamadım.
Gezdim Edirne’yi İçtim suyunu/İnsanları güleç sevdim huyu­nu/Önce arşınlarken Meriç boyunu/Şimdi şol öteye yol bulamadım.
İndim Kayseri’ye, Niğde’ye, Bor’a/Gözümde tütüyor Afyon, Anka­ra/Elimde sazım düştüm yollara/Yollar dümdüz olmuş, bel bulamadım.
Yolara düşünce akan sel oldum/Güzelin zülfüne esen yel ol-dum/Dolaşa dolaşa Konya’ya geldim/Herkes bildik çıktı el bulamadım.”
Anadolu Türkülerden Yana; Anadolu’yu duygusallığı için­de bilmek, öğrenmek, tanımak mı istiyorsunuz? Türkülerini din­leyiniz. Türküler Anadolu’nun yanık yüreği, atan damarıdır.
Bölge bölge duygular, çeşit çeşit ezgiler içinde Anadolu tür­külerinin sayısı on bin, yirmi bin, belki de daha fazladır.
Türkülerin gerçek yapılarında olaylar gizlidir. Umutsuz aşk­ların, gurbette çekilen acıların, sonu gelmeyecek özlemlerin, acı sonla biten tertemiz duyguların, yiğitliklerin, kıskançlıkların hi­kâyeleri dinlenir türkülerde. Türküler bir bakıma Anadolu’nun sosyal romanıdır. Her türkünün bir öyküsü, anlatacak bir sözü vardır.
Anadolu türkülerini birer birer anlatmaya söz yetmez. Ana­dolu yanık bağrı, coşar yüreğiyle türkülerdedir. Türkülerini yaşa­yacak, yeni türküler yaratacaktır.

 

Anadolu Hikayeleri;

 

Anadolu’nun sözlü kültür kaynakla­rından biri de halk hikâyeleridir. Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Aşık Garip gibi… Konulan genellikle aşk üstüne, kahramanları ise halk ozanlarıdır. Bu ozanlar, yaşasınlar yaşamasınlar, halkın or­taklaşa sesidir. Onlar halk arasında, ölüme meydan okuyan, ö-lümsüz aşk ve gönül kahramanlarıdır. Kimi Kerem gibi Aslı pe­şinde gezer; kimi Ferhat gibi Şirin için dağları deler…
Anadolu’nun birçok köy, kasaba ve şehrinde halk hikâyele­rine ait makamlar, türbeler vardır. Anadolu’nun hangi köşesine uğrarsanız uğrayınız, halk hikâyelerini dinler, kahramanlarından

 

Kaşıkçı Güzeli:

 

Anadolu’nun geleneksel el sanatları arasın­da, “kaşıkçılık” bugün varlığını hâlâ sürdürüyor. İlk çağlarda ke­mikten, deniz hayvanları kabuğundan yapılan kaşıklar, Selçuklu­lar devrinde badem, şimşir, gürgen gibi sert ağaçlardan oyulmuş; Konya, Kastamonu gibi birçok şehrimizde yüzyıllarca yaşayan bir “kaşık sanayi” doğmuştur
“Herkes kaşık yapar ama sapım ortalayamaz” sözü doğrudur. Kaşıkçılık hüner ister.
Konya’nın Kaşıkçılar Çarşısı’nda, çok güzel kaşık yapan, gü­zelliğiyle de dillere destan bir delikanlı varmış. Bu delikanlıyı görmek için, birçok kadın dükkânına gelmeye başlamış. Böylece, küçük kaşıkçı dükkânı an gibi işliyormuş.
Kaşıkçı Güzeli’nin şöhreti, Konya Paşasının, çok güzel kızı ta­rafından da duyulmuş. O da dükkâna kılık değiştirerek gelmeye başlamış. Delikanlıyı da bir görüşte sevmiş. Alışverişte de çok cömert davranıyormuş. Kaşıkçı Güzeli de tanımadığı bu kıza aşık olmuş. Duygularını kaşıkların saplarına yazıyormuş… Gel zaman git zaman, Paşanın konağı kaşıklarla dolup taşmış. Paşa bu kaşık­ların üzerine o içli satırları yazan kaşıkçıyı merak etmiş. Yanına bir adamını alarak görmeye gitmiş ve Kaşıkçı Güzeli’ne, “Oğlum, senin bir derdin var ki bunları yazıyorsun, hele bir derdini söyle” de­miş. Oğlan da, adını sanını bilmediği bir kızı sevdiğini itiraf etmiş. Üstelik bu kadar yangın sevdalı olduğu halde kız ile iki kelâm bile etmediğini anlatmış.
Paşa üzülmüş ve “Sizi baş göz etmek, boynumun borcu olsun” demiş ve birlikte o kızı beklemeye başlamışlar. Akşama doğru, kız gelince Paşa kızın peçesini kaldırmış ve kendi kızı olduğunu görmüş. Tabii çok şaşırmış. Sonra da, adamını gönderip, imam çağırtarak nikâhlarını kıydırmış. Kırk gün, kırk gece düğün ol­muş. Böylece gençler muratlarına ermişler.
Yİne Anadolu’da kaşıkla ilgili bir gelenek vardır. Buna göre, evlenmek isteyen oğul, bu isteğini babasına duyurmak için, anası aracılığıyla sofraya bir kaşık fazla koydurturmuş. Anne, sanki fazla kaşığı oraya koyan kendisi değilmiş gibi, “Sofrada bir kaşık fazla. Kimin kısmeti acaba. Tanrı, bu kaşığın sahibini çıktığı anlaşılırmış. “İnşallah” derse, oğlan birkaç yıl daha bekle­sin, anlamına gelirmiş.

 

Gülnar Hatun Söylentisi:

 

Türkmen kızı Gülnar, günlük işle­rini bitirdikten sonra, çadırın önünde, küfür küfür esen dağ yeli esen söğüt ağacına yaslanıyor, uzaklara, ta uzaklara bakıyordu. Neye, nereye baktığını kendisi de bilmiyordu. Yüreğinde kayna­yan bîr şey vardı, boşahverse rahatlayacaktı. Ama olmuyordu. Bir türlü çözülemeyen, dilini düğümleyen bir bağ vardı. Bu halini çevresindekiler türlü türlü yorumluyorlardı.
Bir gün köye bir ozan gelir ve Gülnar’ın karşısında saz çalıp, söyler. Gülnar’ın dili çözülür ve o da ona karşılık verir. Ozan bunun üzerine Gülnar’dan Özür diler ve “Ben senin ayağının tozu bile olamam” deyip gider.
O günden sonra, Gülnar saz çalıp söylemeye başlar… Anadolu, damar damar kayalara gizlenmiş altın madeni gi­bidir. Gülnar Hatun söylentileri bu damarlardan sadece birisidir.

 

Anadolu Davulu:

 

Anadolu’da bayram da, seyran da davulla başlar. Bir de hikâyesi vardır:
Bir zamanlar Anadolu beylerinden birinin, adam içine çık­maz, kimse ile konuşmaz bir kızı varmış. Bey, kızını evlendirmek istemiş ve: “Kim kızımı kendi isteği ile konaktan dışarı çıkarmayı başa­rırsa, kızımı ona vereceğim” diye İlan etmiş. Nice yiğitler kızın pen­ceresi önüne toplanıp, hünerlerini göstermişler, ancak kız oralı bile olmamış. Derken akşama doğru uzaklardan bir davul sesi duyulmuş. Kızın yüreğinde bir kımıldama olmuş. Davul sesi yaklaşınca da pencereyi açmış. Az sonra, civan bir delikanlı davu­luna vura vura meydana girmiş. Tokmak davula vurdukça, bey kızı yerinde duramaz olmuş. Hemen dışarı fırlamış. Bey de kızı ile bu delikanlıyı evlendirmiş. O günden beri davul, düğünlerin baş tacı olmuş.
Bir de “Davulun sesi, uzaktan hoş gelir” diye atasözümüz var­dır.

 

Anadolu’nun Cirit Oyunları:

 

Anadolu’nun geleneksel seyir­lik oyunları arasında, cirit oyununun yeri büyüktür. Cirit oyunla­rı, bir eğlence, bir yiğitlik ve çeviklik gösterisi, aynı zamanda bir atlı spordur. Türkler bu sporu, binlerce yıl Önce Orta Asya’da başlatmışlardır. Anadolu’da da en azından 900 yıllık bir tarihi vardır.
Cirit oyunlarında kullanılan bir metre uzunluğundaki sopa­lar meşe, şimşir, hurma gibi ağaçlardan kesilir, cilalanır. Bir ucu kalıncadır. Cirit oyununa katılacak belli sayıdaki atlılar, karşılıklı dizilir. Aralarında 100-200 metrelik mesafe bulunur. Cirit başladı­ğında, dizilerden bir atlı ileri çıkar, onun karşısına da karşı dizi­den biri çıkar. Böylece karşılıklı cirit atmalar başlar. En çok isabet ettiren taraf galip sayılır. Yalnız ciriti atın üstündeki rakibine değil de, ata vuran kişi oyun dışı bırakılır. Çeviklik, iyi bîncüik, güçlü atıcılık, cesurluk bu oyunun hünerleri arasındadır.
Cirit oyununu örnek alarak, dünyanın birçok ülkesinde ben­zer oyunlar icat etmişlerdir. Örneğin Atlı Polo gibi.

 

Anadolu Atasözlerinde Özleşir:

 

Anadolu’nun sözlü nesir ürünleri arasında halk hikâyeleri ve masalların yanı sıra, yıllan­mış sirke gibi keskin, bir kalemde söylenen atasözleri de vardır. Bu sözler, aklın ve mantığın sesidir. Doğru söze, hakçasına yerin­de söylenmiş bir çift söze kim ne diyebilir?
Atasözlerinden söz açıldı mı sözün sonu gelmez. En iyisi biz susalım ve diyelim ki: “Çok sözünü az söyle/Az sözünü Öz söyle.”

 

Bir Masal Ülkesinde Anadolu:

 

Masallar toplumların hayal gücünden doğar. İnsanların isteyip de elde edemedikleri ya da olmasını istedikleri her “İyi son” masallarda yerini bulur. Masala bir tekerleme ile girilir. Olaylar “evvel zaman içinde” geçer. Kişiler yaşamış, yaşamamış hesaba katılmaz. Olay ayrıntısız bir düzende akar ve mutlu bir sonla sonuçlanır. “Onlar ermiş muradına, biz çtkalım kerevet ine “şeklindeki cümle, genellikle sonuç cümlesidir.
İşte Anadolu, tepeden tırnağa bîr masal ülkesidir.

 

Burada Beşeri’den alıntılarla sözü noktalayalım:

 

“Masallar olmasaydılBüyümezdi çocuklar/Masallar çok olsaydı/Üzülmezdi çocuk­lar.”
“Masalım var çocuklar/Dinleyin uslu uslu/Masal dinleyen ço­cuk/Olur dürüst, namuslu.”
Anadolu’nun Tarih Hazineleri: Çorum ili sınırlan içine gir­diniz mi, Anadolu’nun beş bin, altı bin yıllık uygarlık merkezleri­ne geldiniz demektir. Hititlerin baş şehri Hattuşaş buradadır. Alacahöyük harabeleri buradadır. Höyük adı verilen eski yerleş­me yerleri kazıldıkça tarih fışkırıyor, uygarlıkların belgeleri yüze çıkıyor.
Anadolu bir baştan bir başa bir tarih ve kültür hazinesidir. Her köy, her kasaba, eski şehir, harabelerini, höyükleri gözü gibi korumalıdır. Bu, hepimize düşen millî bir görevdir.
Nasreddin Hoca’nın Köyünde: Ankara-Eskişehir yoluna dikine inen, dar bir yoldan Nasreddin Hoca’nın köyü olan Hortu’ya gidilir. Hortu’da herkes Nasreddin Hoca’nın torunudur. Hoca’dan bildiğiniz, bilmediğiniz fıkralar anlatırlar. Bu köyden bir insan yetişmiş ve yedi yüzyıl tüm dünyaya insanı, insanlığın iç ve dış yapısını anlatmıştır. Küçük bir Anadolu köyü ama ne büyük, ne haşmetli köy böyle.
Nasreddin Hoca’yı ölümsüzleştiren güç, toplumun ortaklaşa umutları, dertleri, hastalıkları, çirkinlikleri ve güzellikleridir.
Anadolu’nun Bahtı Açık Kara Treni: Cumhuriyet dönemin­de, demir yolları Anadolu’ya damar gibi yayıldıkça, Anadolu’nun yüzüne kan, yüreğine can geliyordu. Anadolu insanı ve aydınlar, Kara Tren’le Anadolu’yu tanıyorlardı.
Kara tren, özlemlerimizin, hasretlerimizin, ayrılıklarımızın ve kavuşmalarımızın, uzun yıllar aracısı olmamış mıdır? Konusu kara tren olan az mı türkü yakılmıştır?
Ne demiş şair: “Beklerim istasyonda/Gelir tren, gider tren/Yok içİnde bir tane/Birtanemi getiren “(M. Beşeri)

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Aruz Ölçüsü