GURBET HİKAYELERİ

20 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

1940’da yayınlanan Gurbet Hikayeleri, Refik Halit Ka­ray‘ın Memleket Hikayeleri’nin bir devamı niteliğindedir. Mem­leket Hikayeleri‘nde memleket edebiyatını işleyen yazar, Gur­bet Hikayeleri‘nde memleket hasretini somutlaştırmıştır. Ya­bancılar arasında yaşarken edinilen yabancılaşma ve yalnı­zlık duygusu, ana dili kullanma hasreti bu hikayelerin temel konusunu oluşturur. Çok sade, rahat yazılmış hissi veren Refik Halit‘in bu hikayelerinde Moupassant tekniği kullanılmıştır.

Gurbet Hikayelerinden Özetler

Eskici

Öykünün başında, Marmara Denizi’nin rıhtımında yol­cu uğurlamak için toplanan insanların kendi aralarında ko­nuşmaları yer alır. Bir çocuk, Arabistan’a uğurlanacaktır. Ço­cuğun yakınları bir yükten kurtuldukları İçin sevinçlidir. Ara­bistan’da halasının yanında rahat eder, diye düşünürler. Oy­sa amaçları sorumluluktan kurtulmaktır.
Hasan, (Arabistan’a gönderilen çocuk) beş yaşlarında, yetim ve öksüz bir çocuktur. Annesini yeni kaybetmiştir. İstanbul’daki yakınları onu halasının yanına göndermeyi uy­gun görmüşlerdir. Hasan, önce, vapur seyahati boyunca çok eğlenir. Yolcuları sempatikliği ile neşelendirir, herkesle sohbet eder. Peltek, şirin konuşmaları ile vapurdaki yolcular onu çok severler. Fakat, vapur her uğradığı yerde bir sürü yolcu bırak­maktadır. Bir süre sonra, vapurda Hasan’ın dilini anlayan, Türkçe konuşan insan çok az kalır. Hasan’ı bir durgunluk alır. Yolcuların dilini anlamaz, kendini yalnız hisseder. Artık ona Hasan diye hitap eden kimse kalmamıştır. Kalanlar ise ‘Has­san’ diye seslenmektedir.
Vapur, Hayfa’ya geldiğinde o da vapurdan ayrılır. Onu bir trene koyarlar. Hasan, trende köşeye büzülür. Hiç konu­şamaz, konuşsa da kimse onun dilinden anlamaz. Dışarıdaki portakal ve meyve bahçelerini seyreder. Zamanla manzara değişir. Hiç ağacın olmadığı, dümdüz yerlerden geçmeye başlarlar. Hasan, İstanbul’u, memleketini özler. Buraların hay­vanları bile çok gariptir. Kambur, koca koca tüylü, soğuk hay­vanlar görür pencereden.
Hasan’ı istasyonda indirirler. Siyah bir örtü giymiş, kol­ları altınlarla dolu bir kadın onu bağrına basar. Bu, halasıdır. Hiç annesinin kokusuna benzemeyen bir kokusu vardır. Ha­lası da anlamadığı bir dille konuşmaktadır. Hasan, halasının basık, tek katlı toprak evinde haftalarca hiç konuşmaz. Saç­ları çok kısa kesilmiş, entari giyen erkek çocukları ile de hiç konuşmaz.
Uzun bir süre Hasan hiç konuşmaz. Zamanla o da diğer çocuklar gibi giydirilir, yer sofrasında çatal bıçak kullanma­dan yemek yemeyi, hatta Arapça’yı dahi öğrenir. Fakat o yi­ne çok durgun ve sessizdir.
Bir gün, halası sokaktan bir satıcıyı çağırır. Önüne bir sürü eski ayakkabı koyar. Satıcı oturur ve bunları tamire ko­yulur. Hasan’ın bu tamir çok dikkatini çeker. Satıcı, ayakka­bının çivisini ağzına alarak düzeltmektedir. Hasan, boş bulunarak satıcıya sorar: ‘Ağzınız acımıyor mu?’ Satıcı şaşırarak ‘Sen Türk müsün?’ der. Hasan, bir Türk’le karşılaşmış olmak­tan çok mutludur. Haftalarca süren sessizliğine mukabil sürek­li konuşmakta, ona memleketindeki hayatını anlatmaktadır. Sanki bir tanıdığına rast gelmiş gibidir. Satıcı da zevkle onu dinlemektedir. Birbirlerine sokulmuş vatan hasretini dindir­meye çalışırlar.
Satıcı, işini bitirince gitmek zorundadır. İkisi de ağlamaya başlar. Hasan, satıcıya ‘Gitme be!’ der. Satıcı da ağlayarak ona: ‘Ağlama be!’ der. Ayrılık anında her ikisi de vatan has­reti ile gözyaşı dökmektedir.

Çıban

Hikâye, bir binbaşının dilinden anlatılmaktadır.
Asker (Binbaşı), hikâyenin başında Halep çıbanının kor­kulacak bir tarafının olmadığından, hatta güzel bir bayanı da­ha da güzelleştireceğinden bahseder. Herkesin korktuğu Ha­lep çıbanından daha da korkunç bir çıban vardır: Hadramut çıbanı.
Asker, başından geçen bir hadiseyi anlatmaya başlar. Bir gün, Yemen valisi ve kumandanı İzzet Paşa, onu ve yanında­kileri iki Arap emiri arasındaki kavgaya son vermek için Had­ramut hududuna gönderir.
Hadramut’a varırlar. Burası, koskoca bir çölde yer yok­muş gibi beş altı katlı binaların yapıldığı, garip bir yerdir. Yağ­mur 3-4 senede bir yağmakta, yağdığında da sel olarak gel­mektedir. Evler, âdeta bir rüzgârda toz hâline gelecekmiş gibi iğretidir. Asker, ilk geldiği gün emirin kölesi ona cibindirik içinde yatmasını söyler. Aksi hâlde Hadramut çıbanına yaka­lanabilir. Asker, çarşıda gezerken yüzünün yarısı bu çıban yüzünden yok olmuş, oyulmuş, kemikleri görünen kadınlarla karşılaşır. Çok korkar ve geceleri her yerini örterek uyur.

Bir gün, alnında hafif bir kaşıntı hisseder. Bir kırmızılık vardır. Hemen, emire gider. Bir cadıya benzeyen kadın geti­rirler. Kadın, muayene ettikten sonra habis çıban olduğunu söyler. Tek bir tedavi yolu vardır. Bu uygulanmasa yüzünün yarısı ile gözünün teki bu çıbanla oyulup gidecektir. Çıban, kıvama gelince hurmalıklar altında bir döşeğe yatırılır. Cadı kadın çıbanın uç kısmına çok ince bir iğne geçirir. Bu iğneye bağlı ipi hurma ağaçlarından birine bağlar. On gün kımılda­madan yatacaktır. Hayatı bu ipliğe bağlıdır. İplik koptuğu an­da, çıban onun yüzünü ve gözünü yok edecektir. Çıbanın özünün kuruması gerekmektedir. Bu acaip tedavi süresince ip koparsa asker şakağına bir kurşun sıkarak intihar etmeye ka­rar verir. Her gün, ya yağmur yağarsa, ya kölelerden biri o uyuduğu anda başını tutmayı unutursa diye düşünerek kor­ku içinde yaşamaktadır. Kafasını robot gibi hiç oynatmamak­tadır.
Nihayet on günün sonunda cadı görünümlü kadın gelir. Özün alındığı müjdesini verir.
Binbaşı, yanağında küçük bir yanığa benzeyen izi göste­rerek ‘İmparatorluk zabiti neler çeker?’ der.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Uyak (Kafiye)