Suyu Arayan Adam

27 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

Aydemir, Suyu Arayan Adam isimli eserinde, çocuklu­ğundan itibaren hayat hikâyesini ayrıntılı bir şekilde anlat­mıştır. Eser birçok açıdan dikkati çekmiş ve çok okunmuştur. Eserin okunmasında hem kullanılan dil ve üslup hem de ya­zarın hayat hikayesinin çok renkli olması etkili olmuştur. Ya­zar, eseri çok samimi ve duru bir Türkçe ile kaleme alır. Edirne’de dünyaya gelen yazar, hayatının değişik dönemlerinde farklı siyasi görüşleri benimser, Soğuk Savaş döneminde İde­alleri uğruna yolculuklar yapar, yargılanır, hapis yatar, devlet kademelerinde görevler yapar ve sonunda emekli olur. İşte yazar bütün bu yaşadıklarını, hayallerini, düşüncelerini ve se­yahatlerini çok başarılı bir şekilde anlattığı için eser çok okun­muştur.
Eserden bazı bölümler şöyledir: Ergenekon, Şu Bilinme­yen Anadolu, Kızıl Elma, Rus Ovası ve Rus Mistiği, Çin Asrı, İnkılabın Emrinde, Toprağa Dönüş… Konulardan da anlaşıla­cağı gibi yazar yaşadıklarını anlatırken çeşitli dönemlerde pe­şine düştüğü ideoloji ve ideallerini de anlatmıştır.

SUYU ARAYAN ADAM’dan

Bir Çocuk Ruhunun ilk Dokuları

Bizim mahallemiz bir muhacir mahallesiydi. Kırım’dan, Dobruca’dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harple, katli­amlar içinde kopup gelen göçmen selelerinin artıkları, yüz el­li iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular ve daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara ka­dar sürülmüşlerdi.
Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı Devleti­nin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şeh­rin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istih­kâmlar sıralanıyordu. Eski İmparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde doğudan Batıya uzanıp gidiyordu.
Hâlbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya’dan İran içine, Hint Denizi’ne, Polonya’dan, Ukrayna’dan Habeşistan’a ka­dar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tut­muş bir nehrin iki eliyle kucakladığı yeşillik kenarında yatı­yordu.
Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailenin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hi­kâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle ma­hallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvaları­nı, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ve alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.
Bu perişan kafileler, eski İstila ordularını Balkanlar’dan, Tuna’dan ve daha ötede yerleşip, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla, asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı.
Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kâfirlerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar’a, Tuna’ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri, geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.
Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman:
– Çocuklar! Muhacirler gelmiş, diye sesler dolaşırdı. Ma­hallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri ol­muştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, man­dalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Ya­taklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.
Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahal­lenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hatta aramızdan onlarla hemşehri, kom­şu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiy­le oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı.
Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükü­mete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hem­şehrilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruş-tururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Birkısmı yakın yerlere dağılırdı. Birkısmı yeniden yollara düzülürdü. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahal­leyi genişletirdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürt­len, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınır­dı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hatta çit kulübe yaparlardı.
Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karı­şırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına gi­rerlerdi.
Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tu­na kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye ol­dukça basitti. Fakat işin üzerinden, o zaman otuz yıl kadar geçtiği hâlde, babamın gönlünde bu hatıra hâlâ tazeliğini muhafaza ederdi:
O tarihten otuz yıl kadar evvel, 1877’de Ruslar Tuna’yı geçince, Deliormanda sarsılmıştı. Biz Deliorman’danmışız. Babam kalabalık bir ailenin çocuğu imiş. Bu aile, gece kapı­lar kapanınca, etrafı çevrilmiş bir küçük kaleye dönen bir çift­likte yaşıyormuş. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlu­nun etrafına diziliymiş. Köpekler gece çiftliği beklermiş. Sa­bahın alaca karanlığında hayat başlarken, avlunun içi öküz­ler, inekler, kazlar, davarlarla dolarmış. Ona göre de geniş toprakları varmış.

Fakat Tuna’da harp patlayıp da Tuna’yı aşan Kazaklar bu toprakların sınırlarında gözükünce bu çiftlik de boşalmış. Kazakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çe-vikmiş. Bir gün, kaçan kafile baskına uğrar ve parçalanır. Be­nim çocukluğumdaki gibi buralara kadar ulaşabilen göçmen­ler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri za­man babamın kırk kişiyi aşan ailesinden, arabadaki ihtiyar anasından başka yanında kimse kalmamış. Kaybolanların iz­leri ve akıbetleri hiçbir zaman belli olmadı.
Anamın göç hikâyesi biraz daha kısaydı. Onun babaları, Batı Trakya’nın, Bulgaristan’a kalan dağlık bölgesinde, bir köyde yaşıyorlarmış. Oralar elimizden çıkınca, bölgenin bü­tün Türkleri gibi onlar da yavaş yavaş yurtlarını bırakmışlar.
Sonraları çeşitli akrabalık bağları ile bağlandığımız ailele­rin de hikâyeleri bizimkilere karıştı. Mesela bu ailelerden biri, Bulgaristan’ı ikiye ayıran Balkanlar’ın bir geçidinde yaşıyor­muş. Tuna’yı aşan Ruslar daha buraya gelmeden, köyde ya­şayan Bulgarlar isyan etmişler. Kilisede çanlar çalınmış. Ön­ceden ve gizlice hazırlanan teşkilat derhâl meydana çıkmış. Neferler, çavuşlar, zabitler peyda olmuş. İsyancılar önce kara­kolu basmışlar. Kuleye kendi bayraklarını çekmişler. Köyün yağması kolay olmuş. Kadınlara dokunmamışlar ama ileri ge­len insanları birer birer temizlemişler.
Bu hikâyeyi bize anlatan kadın akrabamız, kendi babası­nın, başı kesilirken zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl kıvırarak kendini almaya gelen isyancılara nasıl teslim olduğunu anlatırdı.
İsyancılar o arada çok insan temizlemişler. Fakat bir Türk askeri kolu, köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü başlamış, göç kollan hücumlar, baskınlarla sapa yollara dö­külmüşler. Nihayet sağ kalanlar, uzun maceralardan sonra bu mahallenin kenarına varmışlar…

Kaldı ki kim bilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp gelen bu kopuk göçmenin, bu sınır kenarına yerleşmekle so­nu gelmiş sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Ye­ni harpler, yeni yenilgiler, yeni göçler olacaktı.
Mahallede herkes bir gün olup buradan da göçüleceğine inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı.
Onun mahallede bulunduğu zamanlar gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı:
– Müslümanların evveli Şam, ahiri Şam, derdi.
Bu sözleri dinleyenler, yakında Şam’a kadar göçüleceği­ne inanırlardı.
– Edirne, sudan, İstanbul ateşten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonu­nu da haber verirdi:
– İnneke Hamidün Mecid, derdi. Bunu da şöyle tefsir ederdi:
– Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak. Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak…
Bizim bu kenar mahallemizin yerinde şimdi hemen he­men yeller esmektedir. Harpler, göçler ve ihmaller sonunda boşalan ve enkazı yıkıcılar tarafından taşınan evlerimizle bah­çelerimizin yerini şimdi baldıranlar, dikenler, sert, pis kokulu mürver ağaçlan ve bir mezarlık ıssızlığı almıştır.
Hoca hanımın şom ağzı ne vakit kapanmıştır bilmiyo­rum. Ama memleketin batı sınırı, Edirne’nin âdeta son evle­rine kadar sokulduktan sonra şimdi oralarda baykuşlar, ken­dilerine tüneyecek, istedikleri kadar harabe bulabilmektedirler. Edirne’yi her istikamette saran ve saatlerce süren bakım­lı bağların yerini, şimdi bir bozkır çıplaklığı örtmüştür. Mamur konakların yıkıntıları arasında davar sürüleri dolaşır. Vaktiyle uçtan uca uzanan kışlaların çökmüş damlan altında, dizi dizi kof pencere delikleri ruha korku verirler. Bu harabeler or­tasında tüneyen bir avuç insanın üstünde ise, dünyanın en güzel kubbeleri ve en ince minareleri hazin bir tezat içinde yükselirler.
Ayin yaklaştıkça, tekke halkının gidiş gelişleri artardı. Bun­ların her birini uzaktan birer birer tanırdım. Fakat beni en çok ilgilendiren bahçıvan dedeydi. Dede belki altmış, belki yetmiş yaşlanndaydı. Haydariyesi, temiz Mevlevi kıyafeti içinde mü­barek bir yüzü vardı. Onu daha yakından görebilmek için, bazen konak bahçesini çeviren taflanlarla menekşe güllerinin arasına saklanır, gözetlerdim.
Dede bahçede daima yapacak bir şeyler bulurdu. Tarh­ları kabartırdı. Gülleri, karanfilleri temizlerdi. Fideler dikerdi. Çiçekleri sulardı…
Bana, Dede daima bir şeyler okuyor gibi gelirdi. Belki ilahîler, belki dualar… Namaz vakti gelince, asma çardağına asılı hasır seccadesini indirir, havuzun kenarına sererdi. Na­mazdan sonra ellerini Allah’a açarak uzun, derin yakarışlara dalardı…
Ona baktıkça gözlerimin önüne kendi babam gelirdi. Ba­bam da hizmetinde bulunduğu konağın bahçesinde böyle çalışırdı. Onların yüzleri gibi herhalde ruhları da birbirlerine benzerdi. Babamın da toprağı işler, tarhları çapalarken, dilin­den dualar düşmezdi. O da yaseminlerle mor salkımların sar­dığı çardağın gölgesinde namazlarını kılardı. Sonra ellerini Allah’a açıp başını göğsüne eğdiği zaman, onun da yakarış­ları, duaları, uzun bir kendinden geçiş hâlini alırdı. Onun da yüzünde tıpkı bahçıvan Mevlevi Dedesi’nde olduğu gibi, imanın ve ümidin mübarek sükûnu vardı.

Babama da bahçıvan derlerdi. Bahçıvan Mehmet Ağa denildiği zaman, sakin, kemalli, inanılan ve sayılan bir insan hatra gelirdi. Bahçıvanlık onun sanatı değil, dini gibiydi. Bu­nu evimizin halkı için de sanki bir din hâline getirmişti.
Babam da bahçıvan Dede gibi çiçeklerin arasında gömül­düğü zaman kendinden geçerdi. Onlarla sanki konuşurdu. Biraz da kendi eseri olan bu yaratıkları, sanki çocukları gibi kendinden birer parça sayardı. Tıpkı çocuklarında olduğu gi­bi, cins cins çiçeklerde de ayrı ayrı tabiatlar, ayrı ayrı arzular seçerdi. Onların heveslerine, saadetlerine yetişmeye çalışırdı.
Ona en çok üzüntü veren şey, çiçekleri koparmaktı:
– İnsan gibi, çiçeğin de sonuna kadar yaşamak hakkıdır! derdi.

Ergenekon

Balkan Harbi’nin getirdiği çöküntü tamdı. Bu sefer Os­manlı Avrupa’sı vilayetlerindeki Türkler, hatta göç etmeye bi­le vakit bulamamıştır. Baskınlar, yağmalar ve toptan öldür­meler içinde amansız bir tasfiye başladı. Ve bu tasfiye kesin oldu.
Umumi bozgundan bir süre sonra, Avrupa Türkiyesi’nin üç noktasında, hâlâ döğüşen üç kale, belki harb tarihinin en son kale savaşlarını yaparak birer birer düştüler. Edirne kale­si bunlardan biriydi. Büyük ağabeyim biraz önce ölmüştü. Küçüğü bu kaleye kapanan orduda subaydı. Biz çocukları is­tanbul’a gönderdiler. İstanbul limanı, yabancı gemileriyle tık­lım tıklım doluydu.
Düvel-i muazzama bu sefer de kılıcını teraziye koydu ve gene Osmanlı Devletinin aleyhine koydu. Harp başlarken:
– Harbin neticesi ne olursa olsun Balkanlar’da statüko

bozulmayacaktır, demişlerdi ama, harbin sonunda bu statüko, kesin olarak ve ebediyen hem de bizim aleyhimize bozuldu.
Bütün bunlar o zaman ve hele yeni yetişen ve ilk gençlik çağlarını yaşayan Türk çocukları için beklenmedik şeylerdi. Ben de bu çocuklardan biriydim. Bizler, bu netice için hazır­lanmamıştık. Biz birtakım adı belirsiz hayal dağlan ardından doğacak, başka türlü sabahların rüyasını görüyorduk. Biz, fe­tihler, zaferler, genişlemeler, şanlar ve nihayet bir cihangirlik için hazırlanıyorduk.
Hâlbuki soğuk ve kara bir hakikatle işte karşı karşıya idik. Bu hakikati anlamaktaysa hafiften zorluk çekiyorduk.
Demek ki bizim bilmediğimiz, anlamadığımız bir şeyler vardı. Ve şimdi bu çıplak hakikate alışmak, gerçekleri olduğu gibi bilmek ve görmek lazım geliyordu.
O güne kadar demek ki bir hayal âleminde yaşamıştık. Bütün inandığımız şeyler demek ki bir vehimdi. Bu İmpara­torluk aslında belki çoktan ölmüştü. Biz onu belki de sadece, vehmimizle yaşatmıştık. Şu kaybolan Osmanlı Afrikası, belki hiçbir zaman bizim olmamıştı. Şu Osmanlı Avrupası, belki çoktan beri artık bizim sayılamazdı. Girit, Şark-ı Rumeli, Tu­na eyaletleri olan Bosna-Hersek, demek ki çoktan bizim için artık tarihe karışmıştı.
Ya Asya Türkiyesi? Fakat onun üstünde de Türk, Arap, Kürt, Ermeni gibi ayrılıklar yok muydu? Bütün şu Arabistan’a biz, nasıl “Bizim!” diyebilirdik ki, oralarda, asırlardan beri is­raf edilen kanımızdan başka bizim olan hiçbir şey yoktu.
Hele padişah, hele sabun köpüğü gibi sönmüş, gitmişti.
Ya Anadolu? Devletin bütün topraklan içinde belki tek temel olan; fakat bu devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri hiç benimsemedikleri bir yer varsa o da Anadolu’ydu. Hatta benim büyüdüğüm sınır şehrinde bile Anadolu’yu, yalnız Amıdolu’nun gönderdiği askerlerden tanırlardı. Bu askerler şe­hir sokaklarının alışamadıkları kalabalığına karışmaktan kor­karak, mahcup, ürkek, cuma günleri büyük camilerin avlula­rına dolarlardı. Ortalığı yaygaraya boğan kebapçıların, bö­rekçilerin sesleri arasından:
– Dördüncü ordudan vâ mı? Sivaslı vâ mı? Angaralı vâ mı, diye bağıra bağıra hemşehri ararlardı. Biz çocuklar on­ların etrafını sarar eğlenirdik. Gülüşürdük. Rumeli’nde, Ana­dolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıtlık, fakirlik eşkiyalık gelirdi…
Hayır, Anadolu, Rumeli çocuklarının hayallerini doldura­cak bir yer değildi. Bizim hayalimiz, o günlere kadar, Tu-na’da, Kafkasya’da, Afrika’da, Hint kapılarında dolaşmıştı. Bizim kafalarımızda yaşattığımız rüya, bir cihan hâkimiyetiy­di. Her birimiz bir cihangir olacaktık. İskender gibi, Yavuz gi­bi, Napolyon gibi…
Fakat ne çare ki artık, her şey bitmişti. Ordular çökmüş, sınırlar çözülmüştü. Saray bir hiçti. İhtilalin o kadar gürültüyle getirildiği şeylerden ortada, bir hayal kırıklığından başka bir şey kalmamıştı. Bu görülmemiş hayal kırıklığıyla, maneviyat bozukluğu içinde memleket, son dakikalarını yaşıyor gibiydi. Çocukluğumda bize misafir gelen şom ağızlı hoca hanımın dediği şeyler, galiba doğru çıkıyordu: Evveli Şam, ahiri Şam!

Şu Bilinmeyen Anadolu
Haydarpaşa istasyonundan tren, öğle sonlarına doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cep­hemizin yolunu tutacaktı.

İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar, bazı yaşlı, ter­biyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çpcuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amca­ların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenler­den çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da her­halde arılıyorlardı. Fakat ne bir şikâyet sesi ne taşkın bir hıçkırık…
Bilakis herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü ha­vası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra birden sel gibi coşa­cak, seller gibi çağlayacak gözyaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli, her şeye rağmen seziliyordu.
Tren ilk düdüğünü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp, bastonunu kucağında tutan ve boyu­na bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar, zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyor­du. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun bu giden­lerin arasına hiç kimsesi yoktu. Fakat Hakk’tan ümidini kes­meyen nurlu bir yüzü vardı, tren ikinci düdüğünü çalınca el­lerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Yanık tesirli bir sesi vardı. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
– Torunum siz yaştaydı oğul. Adı Selahattirîdi. Bağdat’tan iki mektubu geldi, sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar ama, Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukur Tekke şeyhinin torunu Selahattin diye sorun. Allah için soruşturun.

Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor:
– Haydi yavrularım, haydi arslanlarım, diye ağlıyor, inli­yordu…
İstanbul banliyösünün köşkleri, konaklan, bahçeleri, bağlan yahut sırtlarını yeşil yamaçlara vermiş köyleri pek ça­buk arkada kaldılar. Sonra tren gecenin bağrına daldı.
Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde ben de gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyor­du. Bu bozkır, benim şimdiye kadar gördüğüm, alıştığım top­raklara hiç benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyor­du. Kel tepeler, çiğ bir güneş altında yanan kıraç, çorak kırlar alabildiğine uzanıp gidiyordu. Tek bir yeşil dal görünmüyor­du. Tren bile steplere daldıkça çevikliğinden bir şeyler kaybe­diyor gibiydi. Yorgun, şikâyetli bir didinme içinde yol almaya çalışıyordu.
Yaylaya girildikçe trenin hareketi büsbütün ağırlaştı. İs­tanbul’dan yüklediği kömürü de tükenmişti. Artık şurada bu­rada bulunabilen artıklar, istasyonlara istif edilen söğüt, ka­vak odunlanyla yol almaya çalışıyordu. Yokuşlarda, rampa­larda takati kesilince ikide bir duruyordu. O zaman vagonlar­dan inen çocuklar tek başlarına, yahut ikişer üçer kişilik grup­lar hâlinde demir yolunun sağında solunda sıra sıra uzanıyor, yürüyüp gidiyorlardı.
Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeğinin artık kar­şısında bulunuyorduk. Fakat ne var ki bu gördüğüm Anado­lu, benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarından haykırdığım Anadolu’ya hiç benzemi­yordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu her hâlde burası olmasa gerekti. Burası, dünya kabuğunun, çok­tan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk al­tında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu.

Köy denilen şey, bozkırın boşluklarından kaybolmuş bir­takım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübele­rinin önlerinde kımıldaşan insanlar, bu çorak toprakların yü­rüyen parçaları gibiydi.
Orta Anadolu yaylası aşılıp da güneyde Toroslar görün­düğü zaman, tren, yolcularının birkısmını Ulukışla istasyo­nunda boşalttı. 0 zaman doğuda Kafkas cephesinin yolu gü­neyde Ulukışla’dan geçerdi. Arap cephelerine gidecek olan­lar güneye doğru yollarına devam ettiler.
Ben trenden inip Anadolu toprağına ilk ayağımı basınca, etrafıma uzun uzun bakındım. Burası, birkaç toprak kulübesi olan kıraç, tozlu, kasvetli bir yerdi. Fakat, Kayseri’yi Sivas’ı aşıp, Erzincan, Erzurum ilerisine, Rus, Acem sınırlarına varan yollar buradan başlıyordu. Bozuk düzen birtakım izlerden ibaret bu yolların uzandığı istikametlerde ne bir karış demir­yolu, ne de motorlu bir vasıta vardı.
Uzun ve sonu belirsiz yolların artık başında bulunuyor­dum. İçimde önce, hayal kırıklığına benzeyen duygular can­landı. Kendimi yalnız, terkedilmiş hissediyordum.
Bir toprak damın köşesine yerleştirdiği tahta masasının başında çalışan menzil kumandanının emrinde, yeni gelen subay namzetlerini, ne barındıracak yer ne de onları daha ile­ri menzillere sevk edecek vasıta vardı. Bunun üzerine kafile daha o gün parçalandı. Üçer beşer kişilik grupların kimisi ak­şam serinliği yollara döküldü. Yürünecek yol belki de bin ki­lometre kadardı.
Ben de iki arkadaşımla beraber yola düzüldüm. Dizleri­mizin takati kesilince ilk geceyi, kırların sessizliği içinde yarı uyur yarı uyanık geçirdik. Sabahleyin güneşin görünmesiyle sıcağın çökmesi bir oldu.
Ulukışla ile Kayseri arası, o zaman bizim gibi yaya yolcu­lar için bir haftalık yoldu. Bu yolda hep çıplak sırtlar, yahut tuzlu bozkırlar halindedir. Erciyes Dağı görününce de ba­taklıklar başlar. Etraflarında birkaç bakımsız zerdali bahçesi ve birkaç kısır bağ bulunan kasabacıklar sahrada kaybolmuş vahalar gibidirler.
 Toprağa Dönüş
Şimdi artık bir emekliyim.
Hayatın başka bir safhasını yaşıyorum. Bu safhada in­san, nihayet kendisi ile baş başa kalır. Tanrının, onun için hazırladığı en çetin imtihanı yaşar. En son ve en azgın hasmı ile karşılaşır. Bu hasım, yıllar boyunca geriye itilen, yıllar bo­yunca pusuda bekleyen kendi içimiz, kendi iç varlığımızdır.
Bu çetin bir savaştır. Büyük bir hesaplaşmadır. Bu hesap­laşmada biz, ya birden silahlarımızı terk ederek, yeis (ümitsiz­liksin, kötümserliğin çukuruna düşer ve hayat dışı kalırız.
Yahut da içimizin çamurları, bizim son müsamaha duy­gularımızı da yiyerek bizi, yalnız kin ve gaylarıyla yaşayan bir cemiyet düşmanı hâline kor. Veyahut da varlığımızı bir ve­him, hayatı bir illüzyon sayarak kendi kendimizi inkâr ederiz. Bu suretle de kendimizle beraber külli varlığın bize intikal eden emanetini de değersizleştiririz.
Hâlbuki Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarıyla vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla beraber ya­şamak olsa gerektir. O hâlde, hayata küsmeden, hayata düş­man olmadan ve onu İnkâr etmeden ona bağlı kalarak yaşa­mak, hatta onu süslemek ve güzelleştirmek niçin mümkün ol­masın? Böyle olunca da hayat kavgası, yurt fikri, millet fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerleşmeyelim?
Çünkü biz, hiçbir zaman kopmuş birer varlık değiliz. Üs­tünde yaşadığımız toprağın ve içinde geliştiğimiz toplumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap teşkil ederler ki bizim ha­yat nizamımıza şekil verirler. Bu nizam, bir taraftan insanla toprak, diğer taraftan insanla insan arasındaki sonu gelmez savaşın bir mahsulüdür. Bu savaş ebeddir ve ebedi olarak devam edecektir. Tanrının bize biçtiği kader, bu savaştan ürk­meden ve ondan kaçmadan onun içine yerleşmektir. İrade­mizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu başara­bilirsek o zaman, bir ermiş, bir târik-i dünya olmadan da Tan­rı bizi kendi katına ulaştırabilir. Bu suretle biz, her birimiz on­dan bir parça olmanın ululuğunu bulmuş olur ve sanki ona ulaşırız.
Hayat hikâyemin son sayfalarını yazarken, onun dalgalı akışını safha safha bir daha düşündüm; inişleri, yokuşları, ge­çitleri ve dönemeçleriyle garip bir yaşantı… Bazen sükûn, ba­zen tehlike anları içinde uzayıp giden garip bir yol. Ümitleri, aşkları veya yenilgileriyle bazen renkli bazen hiçlikten ibaret bir hikâye. Bu hikâyede, bilinmeyen bir el yolumuzu çizmiş­tir. Ümit oyalamıştır. Fikir sürüklemiş, tehlike yolumuzu süsle­miştir. Aşklarımız ise, bütün bunların üstünde, bütün hayatı­mız boyunca, yaşantımıza değer ve mana vermiştir. Öyle ki ben şimdi başımı çevirip arkama baktığım zaman, bütün bunlar bir arada ve hepsi birden, bana her halkası ayrı ayrı yaşanmaya değer bir ömrün, derin hazzını veriyor. Son hük­müm şudur: Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.
Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım? Buldum: Suyu Arayan Adam.
Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu.
Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu.

Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.
Şimdi kitabımın son satırlarını bağlıyorum:
Çiftlik bendinin şelaleciğinde Kayaş Çayı’nın suları çağıl çağıl akıyor. Yeşil salkım söğütlerin sulara değen dalları, akın­tıların yumuşak dalgacıkları içinde yıkanıyorlar.
Ada, bir güneş seli içinde. Toprak ana, göğsünün kudret­lerini, çimen şeklinde, ağaç, çiçek şeklinde yeryüzüne sermiş. Sular onun memelerinden, Tanrı’nın bereketi gibi fışkırıyor. Çiçekler ve ağaçlar ondan hayat şerbetini ve güneşten renk­lerini emiyorlar.
Her tarafta oluşun, hareketin, derin, canlı ahengi var. Su­ların çağıltısına kuşların cıvıltısı karışıyor. Bu bir musikidir. Bana öyle geliyor ki bu musiki, bahçeleri, vahaları, dağları aşarak her şeyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dol­duracaktır. Sanki âlem, bu musikinin ahengine uyarak, bir renk, nağme ve ziya cümbüşü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebedi raksına, sanki bu musiki içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı:
“Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz hâlde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir.”
Ve gene onun dediği gibi. “Huzurun bir pahası var…”
Evet onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, ha­yatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim be­del, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani ken­dimi buldum.

“Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı.
Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rast­ları. Yeise düştü gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
– Daha derinlere in, daha derinlere, dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu.”

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Serbest Ölçü