Türkçenin Sırları

28 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

22. baskısı yapılan “Türkçenin Sırları” isimli bu eserde Nihat Sami Banarlı, gerçekten de Türkçenin sırlarını ortaya çıkarmıştır. Yıllardır büyük bir beğeniyle oku­nan ve defalarca basılan bu eser, konuştuğu dile karşı ilgisiz kalan insanlara Türkçeyi fark ettirmiştir. Ayrıca konuştuğu­muz bu dili sevmemize vesile olmuştur. Banarlı, bu eseri ya­zarken neyi hedeflediğini şu şekilde anlatır: “Şu fâni dünya saadetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir. Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikle­ri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek… Onları, böyle bir dilin sihirli İfadelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek… Dilin, böylesine tılsımlı vasıta olduğunu bilmek ve bütün bun­ları, bilerek, severek yapmak…
Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi ol­duğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi de­ğildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçeyi öğretecek, onlara, ana­dillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifade ve mana zenginlik­lerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba İseniz, abla ve ağabey İseniz, bu sizin daha sev­gili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçeçlir.”

Türkçenin Sırları‘ndan

“Bir tarih boyunca ordu ordu insanları savaş meydan­larından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan ci­hangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyura-bildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar. Bi­zim tarihimizde”: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyültelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun!” diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selim ve daha nice cihangirler, tarihî zaferlerini, birçok da kitlelere söz söyleyişlerindeki inandırıcı lisana borçludurlar.
Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses, ve ha­yat veren söz sanatkârının da bu başarısı, söze musikinin du­yurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şairi Baki’nin:
Avâzeyi bu âleme Dauud gibi sal
Bakî kolan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
mısralarında, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış derin hakikat vardır. Çünkü, tekrar edelim ki: Dillerin bir musiki kudreti kazanması, kelimelerin birer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır. Deni­lebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye varmak için, sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anlarından başlayarak; sözü sesle birleştirmeye çalışmıştır.
Bunun en açık delili, sözün en güzel sesli ifadesi olan şi­ir sanatının, başlangıçta musiki sanatından ayrı olmayışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hatta çağlarca, musiki alet­lerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir.
Bir misal olarak, eski Yunanlılar, söze bir duyuruculuk vermek için, şiiri, lyre isimli sazla söylüyorlardı. Eski İranlılar, bunun için, rûd, cenk, rebâb gibi sazlar kullanıyorlardı. İbra­ni şiiri, Davud Peygamber’in de kullandığı mizmar isimli bir sazla söyleniyordu. Davud’un ilahîlerine Mezamir denilmesi, bu dini şiirlerin mîzmarla birlikte söylenmesindendi. Eski Türkler, şiiri, kopuzla söylüyorlardı. Saz, eski Türk şiirinin, ay­rılık kabul etmez arkadaşıydı. Türkler, onsuz şiir söylemez; yalnız söz sanatında değil, yapacakları hareketlerin de pek çoğunda onun yardımını ararlardı.
Bütün bunlar, dillerin daha ilk devirlerinde söze musiki katmak ihtiyacındandır. Dillerde kelimeler, uzun asırlar için­de, işte bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmiştir.
Düşünmelidir ki, sözün sese bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, bizim kendilerine iptidai dediğimiz insanlar anlamıştır. Asırların, bazen çağların emeğiyle, böylesine güzel ses ve güzel mana kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar içinde ziyan edilmemesi lazım geldiğinin (anla­yanlar için) en büyük delili budur.
“Bir dilin kelimelerini hor görmek, hakir görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir gör­mek, en az, onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten hatta sevmemekten doğan büyük bir gaflettir. Çünkü, millet­lerin olduğu gibi, kelimelerin de tarihi vardır.

Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle doymuş, onlar­la düşünmüş; birbirlerini ve evlatlarını o kelimelerle tamamıy­la millî bir sanatla işleyip Türk yapmışsa, evlatlar, artık o ke­limelere düşman kesilemezler.”
Bahar ve Türkçe
Bahar ve Türkçe, bu iki güzel kelimenin bir dil yazısında yan yana gelişi yeni değildi. Bundan asırlarca önce Türkçe-nin bazı büyük ülkücüleri onları yan yana düşünmüşlerdi.
Mevsim gibi, tabiat gibi, Türkçenin de bir bahara kavuş­masını isteyen o gönüller, bunu sadece bir dilek, bir temenni hâlinde bırakmamış, bunun için çalışmış ve muvaffak olmuş­lardı.
Bahar ve Türkçe… Bu iki güzel kelimeyi biz sadece bir ni­san sabahında, Türkçenin, bugün içine düşürüldüğü ıstırap­lardan sıyrılarak, bunu böyle yapanları unutup umursamaya-rak bir bahar sabahının ümit verici güzelliği içinde, bir bahar güneşi kadar beyaz ve berrak bir duyguyla yeniden yan ya­na görmek istiyoruz.
Yeniden yan yana görmek ve bunu ilk defa düşünenleri dil ve edebiyat tarihimizin altın sahifelerinde saygıyla anmak istiyoruz.
Çünkü bizim dil ve edebiyat tarihimizde Türk Dili için hiçbir şahsi menfaat gözetmeksizin, hiçbir politikaya, hiçbir yabancı ideolojiye alet olmadan çalışan, sevgi duyan ve mu­vaffak olan büyük isimler vardır.
Onları, şimdi burada bir defa daha yan yana getirirken, onların iyi ruhları, temiz gönülleri ve büyük hizmetleri önün­de kendiliğinden eğilmiş asırların iyi rüzgârına kapılmak isti­yoruz.
Bunlardan biri, XV. asrın Türkistan şairi, Ali Şir Nevâî’dir.

Nevâî, Kaşgarlı Mahmud’dan ve Fahreddin Mübarek-şah’dan sonra, Türk Dili için büyük himmet göstermiş, halis bir Türkçeci, Türkçenin tarihteki büyük âşıklarından biridir.
Burada Türkçeci derken, diğer medeniyet dilleriyle alış­verişi kesmiş; bugünkü öz Türkçe hokkabazlığı çeşidinden bir dil çıkmazına sapmış; dil ve dünya görüşleri kıtın kıtı, nasip­siz düşünceler akla gelmemelidir.
Nevâî’nin Türkçesi ve müdafaa ettiği dil, ortak İslam me­deniyeti çerçevesinde, zengin, güzel sesli ve tabii bir Türkçe’dir.
Nevâî kendi çağında Türkçeyi bırakıp şiiri Farisi ile ya­zanların karşısındaydı.
Gerçi Klasik Çağın edebiyatında Farisi, o çağlarda, (Avru­pa edebiyatındaki Fransızca gibi) şiir dili olarak her dilden üstündü. Şark edebiyatı, Farisiye mantıku’t-tayr adını veriyor; onu bir kuş dili güzelliğiyle ve bir tasavvuf lisanı oluşla vasıflan-dınyor. Ancak bunun da sebebi, büyük şiirin, asırlarca, Farisi ile söylenmiş ve buna alışılmış’olmasıydı. Bu, aynı zamanda Türkçeye alıcı gözle bakmamış olanların bir gafleti idi.
Onlar, Türk dili için, nice zorlu şartlar altında, böyle, sev­giyle çalıştılar. Bahar güllerini gördükleri zaman, yalnız sevgi­lilerinin gül yüzünü değil, Türkçenin gül gibi Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerini düşündüler.
Biz dilimizi onlar kadar seviyor muyuz? Hele Türkçenin bu büyük âşıklarına gereği kadar saygı ve sevgimiz var mı?
Ne gezer… Birçoklarımız onları Türkçe yazmadılar zan-nıyle tanımak bile istemiyorlar. Dillerine tam bir cehaletle Os­manlıca diyor, başka bir şey diyemiyorlar.
Türkçeye öylesine hizmet edenler, asırlarca sonra böyle karşılanırsa, bugün Türkçeyi yıkmak için çalışanlara, gelecek­te neler denecek?
Cehalet, geleceği düşünemez ki.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Didaktik Şiir