Uluç Reis

25 Şubat 2008 tarihinde tarafından eklendi.

Bu roman Halikarnas Balıkçısı‘nın yazdığı tarihi roman olarak en gerçekçi romanlardan biridir. Yayımlandığı dönemde Aganta Burina Burinata kadar ilgi görmüştür.

Uluç Reis Konusu:

16. yy’da, cihan hakimiyetini elde etmeye çalışan Osmanlılar ile onu engellemeye çalışan Avrupalıların denizlerde­ki mücadeleleri anlatılmaktadır.

Uluç Reis özeti

 Anadolu kıyılarının karşısındaki bütün adalar, hatta Anado­lu kıyılarının çoğu uç noktalan. Sen Jan şövalyelerinin ellerindeydi. Bu haçlı şövalyeleri, dini taassupları dolayısıyla, ne kadar Türk öldürürlerse o kadar çok sevap işlediklerine inanırlardı…
1557 yılının Haziran ayı içinde, Sen Jan şövalyelerine ait, Fransız Dük Da Loren’in komutasındaki beş kadırgalık filo, Türk kanı içmek, Türkleri öldürmek için Malta’dan demir aldı. Yolda, önlerine çıkan bir Türk ticaret gemisi ve Türk yolcu gemisine saldırarak ele geçirdiler. Gemi Kaptanı Recep Hamza Reis’in boy­nunu vurarak, kesik başını kendi gemilerinin yüksekçe bir yerine astılar.
Uzaklardan, Uluç Ali Reis komutasındaki kadırganın gözcü­sü bu olayı görmüş, hemen reisine bildirmişti. Üç kadırga ve bir kadırgadan oluşan dört Türk gemisi hızla, saldırının olduğu yere erişerek, Sen Jan Şövalyelerinin gemilerine saldırdı. Saatler süren savaş oldu. Neticede, Sen Jan kadırgası ve Sen Filip kadırgası Türk korsanlarının eline geçti. Dük dö Loren’in filosu ise, selameti küreklere asılarak kaçmakta buldu.

 Uluç Ali’nin Annesi:

Kocası Sen Jan şövalyelerinin bir saldırısı sonrası öldürülmüş bulunan Emeri Kadın, ormanda çalışırlarken, bir kız çocuğu do­ğurur. Adını Perçim koyarlar. Çok geçmeden, Emeri Kadın da ölür. Perçim, anasız ve babasızdır. Köylüler bu çocuğa analık, babalık yaparak büyütürler. Perçim on yedi yaşında iken, kıyıla­rının karşısında bulunan Lesos Adası’nm valisinin uşağı olan Frappa tarafından kaçırılarak, Lesos Adası’ndaki efendisine götü­rülür. Olayları öğrenen efendisi korkar ve uşağına “kızı alarak izini kaybettirmesini” getirir. Herkese, “eşim, ama biraz aklım kaybetti” diye tanıtır. Bu arada, kaç kere denediyse, Perçim’e dokunması dahi mümkün olmaz. Böylece, aradan aylar geçer. Perçim, geceleri “karanlık, karanlık” diyerek gezmelere çıkmaktadır. Bu gezmelerden birinde, adaya gizlice yanaşmış bulunan, Türk gemilerinden inen yirmi beş yaşlarında, adı Ali olan, yaralı bir Türk genci ile göz göze gelir. İlk defa içinde tatlı bir his uyanır. Konuşur anlaşırlar. Artık her gün gizlice buluşmaktadırlar. Bu arada Perçim hamile kalmış­tır. Birlikte kaçmayı planlamaktadırlar. Ancak, kaçacakları günün sabahı, Perçim, Ali’nin kellesini bir sırığa geçirilmiş olarak görür. Koşup kelleye sarılır. Deli olduğunu sandıkları için önemsemez­ler. Ancak, birkaç ay sonra çocuğunu doğurunca, Frappa olayı anlar, Fakat kimseye belli etmez. Perçim çocuğuna babasının adı olan Ali ismini verir. Küçük Ali yedi yaşında iken, annesi Perçim hastalanır ve ölür.
Ali, yedi yaşından on yaşma kadar, Frappa’nm eziyetleri al­tında yaşar. Yalnız, bu eziyetler neticesinde vaktinden evvel geli­şen bîr çocuk olmuştur. Bir gün, Frappa yine kendisini dövünce, gece bir kayığa atlar ve kaçar. O gecenin sabahına doğru, kayıkta uyur halde iken, Türk denizcilerinden Murat Reis’in gemisine rast gelir ve Ali’yi kurtarırlar. Alî için, artık yeni bir hayat başlamıştır.
Ali’nin bütün hedefi iyi bir denizci olmaktır. Bu nedenle ge­ceyi gündüze katarak, canla başla çalışmaktadır. Bir gün geminin direğinde iken, uzakta kendi kaçtığı adanın önünde bir geminin direklerini görür. Ali’yi keşif için gönderirler. Verdiği detaylı bilgiden, ünlü bir İspanyol korsanının kalyonu olduğunu anlarlar. Yaman bir savaş yapılacaktır. Bu nedenle, küçük Ali’yi bir barut fıçısına koyar ve çıkmamasını tembihlerler. İki geminin korsanları arasındaki savaş Türklerin üstünlüğü ile sona erer. Düşman gemi reisi öldürülür. Gemileri, mallan hepsi Türk korsanlarının eline geçer.
Bu arada gemide güzel bir eğlence düzenleyerek Uluç Ali’yi sünnet etmeyi de ihmal etmediler. Aynı zamanda, kim hangi konuda usta ise, o konuda Ali’ye ders veriyordu. Dümenci dümen tutmasını, yelkenci yelken çekmesini, matematik bilgisi olan ma­tematik… Alî, hem teorik hem pratik eğitim alarak usta O yıllarda Cezayir, Türk korsanlarının hakimiyetinde olan bir şehirdi. Ancak, artık korsan yasaları ile idare edilemeyecek kadar da gelişmişti. Cezayir halkından hiç vergi alınmazdı. So­kaklarında korsanlar kafile kafile geziyorlardı. Büyük bir çoğun­luğu Türk olan bu korsanların arasında, onda bir kadar deniz yoldaşlığına kabul edilmiş bulunan yabancılar da vardı. Sokak­larda sık sık sakat korsan eskilerine de rastlanırdı. Bunlara, kor­sanlık yasası gereği, tazminat verilirdi…
Reisler, Uluç Ali’yi Cezayir Şehri’nde Dul Emeti Abla’ya tes­lim etmeye karar vermişlerdi. Ali’yi, Emeti kadının evine getirdi­ler. Uluç Ali ise maksatlarını anlamış, kendince burada kalmamak için planlar yapmaya başlamıştı. Talihi yaver gitti. Şüphelendiği bir adamı takip edip, Kara Yusuf Reis’e haber verdi. Meğer adam İspanyol casusu imiş. Bu büyük yararlılığı neticesinde, Kara Yu­suf Ali’yi Hızır Reis’in yanma götürdü. Hızır Reis ona hem iltifat etti, hem de güzel bir tabanca hediye etti. Böylelikle, Uluç Ali’nin artık denizci olması kesinleşmişti.
Cezayir’den ayrılışlarının dördüncü günü çok yoğun bir sis vardı. Tam da bu sis içinde iken, yanlarında bir düşman gemisi­nin varlığını hissettiler. Biraz sonra sis dağılınca, yirmi beş gemi­lik bir düşman filosu olduğunu gördüler. Bütün gün, yirmi beş gemiye karşı bir tek gemiyle savaş vermek kolay değildir. Düş­man filosunun beş gemisi haşat edilmiş, ancak, kendi gemilerinde de hayır kalmamıştır. Türk denizcilerinin büyük bir çoğunluğu şehit olmuş, birçoğunun eli, kolu, bacağı kopmuştur. Bir karar vermek zamanıdır. Gemi reisi Kara Yusuf, Uluç Alî’yi yanına çağırdı ve hemen denize atlamasını emretti.. “Kurtulacak ve bir gün intikamımızı alacaksın.”dedi. Ali’nin itirazları boşuna İdi. Mecburen denize akıp gitti. Uzaklaştığı vakit, büyük bir patlama sesi duydu. Kendi gemileri, düşmanın birkaç gemisi ile birlikte, cephanelikle­rini patlatarak denizin dibine akıp, gitmişti. Gözünden akan yaş­lar, denizin tuzlu suyuna karışıyordu. Birden bütün dünyası ka­rardı.
Uzaktan bütün gelişmeleri seyreden, mert bir İspanyol de­nizcisinin yaralıları toplamak için vermiş olduğu emir, Ali’nin de hayatını kurtarmıştı. Lakin şimdi İspanyolların esiri olmuştu. Her şeyi olduğu gibi anlattı. Ona iyi muamele ettiler. Ancak, artık bir , esirdi.
Ali’yi önce Barselona’ya, oradan da Endülüs’e getirdiler. Yol­larda, darağaçlarına asılmış Müslümanların cesetleri sallanıyor­du… Elhamra’da, bir şatoya hizmetçi olmak üzere teslim ettiler. Uluç Ali Lçin yeni bir esaret dönemi daha başlamıştı.
Şatonun çiftliğinde, kendisi gibi Müslüman olup da Hristiyan gözüken iki yaşlı Müslüman vardı. Onlar Ali’yi, açık vermemesi için sıkı sıkıya tembih ettiler. Böylece aradan bir yıl geçti. Ali artık çocukluktan erkekliğe doğru adım atıyordu. Bir gün şato sahibinin kızı Dolores ile oynamış olduğu “kiraz oyunu” yüzünden, şatoda kalması yasaklandı ve yatağı çiftliğe taşındı. Artık, zulüm günleri başlamıştı. Kasım ve Muhsin ile kaçma vak­tinin geldiğine karar verdiler ve bir gün kendisine her günkü gibi dayak atan, Viko’yu öldüresiye döverek, yaşlı Kasım’m kendileri için hazırlamış olduğu silah ve cephaneyi alarak Muhsin ile birlik­te kaçtılar. Kasım ise, ömrünün son günlerinde, arkadaşları için kendisini feda etmeye hazırdı….
Bütün gün kaçtılar. Tam bir geçide geldikleri sırada, arkala­rından yetişenler tarafından Muhsin öldürüldü, Ali ise uçurum­dan aşağıya yuvarlandı. Saatler sonra kendine geldi. Her tarafı yara bere içinde idi. Kendisini denize götüreceği ümidiyle bir ırmak boyunca durmadan yürüdü. İleride bir ışık gördü. İhtiyatlı bir şekilde yaklaşınca, kendisi esri düştüğünde götürülürken, yanına yaklaşarak moral veren Zehra isimli kızı gördü. Bu, güzel bir tesadüftü. Kız, Ali’yi görünce çok sevindi. Hemen çadırına alıp, yaralarını sardı. Sonra da birlikte gitmeye karar verdiler. Ertesi gün, neleri varsa toplayıp yola koyuldular. Ali, ilk fırsatta nikâhlarım da kıydırdı. Artık hem karı koca, hem de yoldaş idiler. Limana vardıkları vakit, Zehra gidip ayrıntılı bilgi topladı. Kayıklardan birinde dokuz Türk forsa esir vardı. Ali süratle bir plan yaptı. Her şey istediği gibi gidiyordu ki, son anda, düşman tarafından fark edildiler. Dört forsa ve Zehra ne yazık ki öldürül­düler. Ali, rengi kül gibi olmasına rağmen, metanetini kaybetme­den, diğer forsalara liderlik yaparak kaçışı gerçekleştirmeye çalış­tı. Nihayet, düşman takibini atlatıp engin denizlere Çok yoğun bir sis vardı. Bu sis ortamında büyük bir gemiye çarp­tılar. Bu sefer şans yanlarındaydı, çünkü çarptıkları Turgut Reis’in gemisiydi.
Ali ömrünün şu birkaç günü içinde, birçok acıyı ve sevinci bir arada yaşamıştı. Gençliği sayesinde, hepsinin üstesinden gele­bilirdi. Aynca, başta Turgut Reis olmak üzere, bütün leventler, onun acısını hafifletmek için ne gerekiyorsa yapıyorlardı.
Denizlerde talim için, Uluç Ali’nin içinde bulunduğu gemi, manevra için filodan ayrılmış, bu esnada, düşman gemisinin sal­dırısına uğramıştı, içinde bulunduğu geminin reisi bu saldırı sonucu ölünce, Uluç Ali insiyatif koyarak reisliği elinde aldı ve düşman gemisini peşine takarak, Turgut Reis’in filosunun dibine kadar çekti. Bu sayede gemi ele geçirildi. Ali’nin itibarı iyice art­mıştı.
Turgut Reis, Ali’ye, Zehra’yı gömmesi için izin verdi. Ali ce­nazesi ile birlikte Cezayir’e geldi Gerek Emeti Kadın, gerekse de bütün tanıyan, tanımayan Ali’nin hikâyesine ağladılar. Zehra’nın cenazesi, hemen hemen bütün Cezayir Şehri’nin katıldığı bir tö­renle toprağa verildi. Uluç Reİs, artık Turgut Reis’in sağ kolu olmuştu. Ona çok güzel bir gemi hediye etti. Yüz adamı ve bir gemisi ile o artık Uluç Ali Reis’ti.
Bu arada, Uluç Ali, daha önce görmüş olduğu şehit düşmüş bir Türk korsanının kızı olan Hatice isimli kızı sevmiş, onunla evlenmek için sözleşmiştİ.
 Turgut Reis, Uluç Ali Reis, Hızır Reis, Deli Cafer gibi Türk denizcilerinin üst üste vurmuş oldukları darbeler, bütün Avrupa ve haçlı dünyasını kızdırmış, acil çareler aramaya itmişti.

Uluç Ali Hatice ile nikâhlanacağı gün, Hatice ortadan kay­boldu. Sebebini bir türlü öğrenemedi. Ertesi gün denize açılacaktı. Bir kadın için seferi erteletti dedirtmemek için, hazırlıklarını bitir­dikten sonra, denize açıldılar. Birkaç gün sessiz geçmişti ki, uzak­ta gördükleri bir düşman gemisinin peşine düştüler. Bunun bir tuzak olduğunu anlayıncaya kadar iş işten geçmiş, gemileri en az altı adet düşman gemisinin ortasında kalmıştı. Tuzağı hazırlayan Andre Dorya’nm adamı Esteban idi.
Uluç Ali, yaptırdığı usta manevralarla saldırıları boşa çıkar­tıyordu. En büyük düşman gemisini ele geçirirse, işi kolaylaşacak­tı. Nitekim, dediklerini yapıp, hedeflerine ulaştılar. Savaş sonun­da, Uluç Ali yaralı arkadaşlarını ziyaret etti. Yaralılar arasında bir genci tanır gibi oldu. Yanılmamıştı, bu evleneceği kız Hatice idi. Uluç Reis’e “Ben seni evde beklemeye dayanamam, ancak birlikte sava­şırsak evlenirim” demişti. Bu sözünde ne kadar ciddi olduğunu, gizlice gemiye girmesi, savaşması ve yaralanması ile da ispatlamış oluyordu- Uluç Reis’e artık bu durumu kabullenmek düşüyordu.
Aradan bir yıl daha geçmiş, Barbaros Hayrettin Paşa, Kanuni Sultan Süleyman tarafmdan deniz kuvvetleri komutanı olarak atanmıştı. Bu korsanlar için yepyeni bir gelişme idi. Bundan son­ra, sadece kendileri için değil, bağlı oldukları Osmanlı Devleti için savaşacaklardı…
Barbaros Hayrettin komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, sırası ile Kuzey Afrika’daki şehirleri zaptetmeye başladılar. Amaç, İtal­ya ve İspanya’nın buralardan aldıkları destekleri sona erdirmekti. Tabii ki bu durum, Avrupa’nın hiç de hoşuna gitmiyordu. Kay­bettikleri topraklan ele geçirmek için büyük bir ordu teşkil ederek saldırıya hazırlandılar. Bütün bu hazırlıklar neticesinde, ancak, Tunus’u geri alabildiler. O da, eski Tunus Emiri’nin ihaneti ile.
İspanyollar, Tunus’ta zulüm üstüne zulüm yaptılar. Irzına geçilmedik bir tane dahi kadın bırakmadılar. Sonra da, yönetimi Tunus ernirine bırakıp geri döndüler.

Dünyanın göreceği en büyük deniz savaşlarından biri yakla­şıyordu. Türk denizcileri, birer birer ele geçirdikleri gemileri do­nanmalarına, kaleleri Osmanlı topraklarına katıyorlardı. Fransa hariç bütün Avrupa, dünyayı bu “Barbar Türkler’den kurtarmaya” kararlıydılar. Bunun ilk yolu, denizlerdeki Türk egemenliğine son vermekti. Bu amaçla, Preveze yakınlarına gelen Andrea Dorya komutasındaki düşman filosu altı yüz gemiye sahipti. Barbaros Hayrettin komutasındaki Türk donanmasını topu topu yüz yirmi parçadan oluşuyordu. Savaş başladı. Bittiğinde ise, düşman yüz yirmi adet gemisini kaybetmiş, bir o kadarı ise kullanılamaz hale gelmişti. Denizlerdeki Türk egemenliği, böylece doruk noktasına Çıkmış bulunuyordu.

Uluç Ali Reis kendi donanmasının başında, Cezayir’e gidip, eşini ve çocuğunu görmek istiyordu. Bu nedenle yola çıktı. Tabii giderken bile boş durmuyor, yolu üstündeki düşman gemilerine ve şehirlerine gereken zararı veriyordu.
Ancak, bu sıralarda Turgut Reis’in İtalya üzerine giderken, Korsika Adalarında esir düştüğü haberi ile beyninden vurulmuşa döndü. Yoldaşı, reisi, ağabeyi için çok ağladı. Elbet yapılacak bir şeyler vardı.
 Turgut Reis’in ele geçirilmesi, düşman kesimini ümitlendir-mişti. Bu heves ile bütün güçlerini toplayıp, Cezayir üzerine hü­cum ettiler. Yaklaşık bir hafta süren savaş sonucu, binlerce asker kaybederek kaçmak zorunda kaldılar.
Uluç Reis, bir gün çok güçlü bir düşman donanması ile karşı­laştı. Çetin kavgalardan sonra, yine kazanan Türkler oldu. Gemi­de, elliye yakın İspanyol ve İtalyan kadın var idi. Bunlardan Arabella ile Uluç Reis arasında meydana gelen elektriklenme, Uluç Reis’in Arabella’yı nikahlaması ile sonuçlandı.
Yİne bu dönemde, Barbaros Hayrettin Paşa’nın girişimleri sonucu, Turgut Reis serbest bırakılmıştı. İki Reis’in buluşmaları görülmeye değerdi.

Barbaros Hayrettin ve bütün reisler, İstanbul’a gideceklerdi. Girişleri muhteşemdi, Bir zamanlar birkaç gemileri var İken, şim­di yüzlerce çeşitli boyda gemilerden oluşan filoları vardı.
Barbaros Hayrettin bir daha İstanbul’dan ayrılmadı. İki yıl sonra da vefat etti.
Turgut Reis ve Uluç Reis, Tunus’un karşısındaki Cerbe Ada-sı’nı ele geçirerek kendilerine üs yaptılar. Sonra da birer birer Tunus’a kadar olan kaleleri zapt ettiler. Anlaşılan o ki, bu reislerin kitabında durmak yazmıyordu.
Bu arada düşmanlar da boş durmuyor, bu iki büyük rakipten kurtulmak için Cerbe Adası’nı ele geçirme planlan yapıyorlardı. Nitekim, Turgut Reis ve gemileri Cebre limanında iken, düşman filoları gelip, limanın giriş çıkışını kapattılar. Onlara göre artık işi bitirmişlerdi. Dışarı ile İrtibatı kesilen Turgut Reis’in teslim olması artık an meselesi idi. Ancak, Turgut Reis, iki kilometrelik bir kara parçasında, gece gündüz demeden kanal açtırmış, bu kanalı ırma­ğa bağlatmış, gemileri ile ırmağı geçerek arka taraftan denize çıkmıştı. Bununla da kalmamış, düşmanın bir gemisi hariç tümü­nü ele geçirmişti. Bu dahice plana şeytan dahi parmak ısırtırdı.
Bu durum Andre Dorya’yı çok sinirlendirmiş, zaten yerlerde sürünen itibarını iyice iki paralık etmişti.
Barbaros Hayrettin Ölünce, yerine herkes Turgut Reis’in Kap-tan-ı Derya olmasını bekliyordu. Ancak, önce Sokulu Mehmet Paşa, sonra da Sinan Paşa bu göreve getirildiler. Bunun sebebi, saraydaki çark ile ilgili idi. Enderun’dan yetişenler, cephelerde savaşanların önemli görevlere gelmesini çekemiyorlardı. Çünkü bu adamlar gözü kara, entrika bilmez, mert insanlar oluyorlardı. Turgut Reis bunu bildiği için, seksen İki yıllık ömrü süresince İstanbul’a sadece bir kez gelmişti. Zaten, denizlerin hür havasını almış birisi için, köşkler ve saraylardaki hava biraz ağır gelirdi.
Sinan Paşa’nın söz verdiği gibi Trablusgarp yönetimi kendi­sine yeterdi. Ancak, bu görev de kendisine verilmedi. Haliyle bu durum, Turgut Reis ve arkadaşları arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı.

Beyliğini kend;sine verilmesini temin etti.
1560 yılma kadar, Turgut ve Uluç Reis denizlerde birlikte sa­vaştılar. 1560 yılında, o dönemin Kaptan-ı Deryası Piyale Paşa, Uluç Ali’yi kendi yanına çağırdı. Piyale Paşa komutasındaki Türk donanması, o yıl düşmana çok büyük kayıplar verdirdi. Ünlü denizci Andrea Dorya, kahrından öldü.
Bu seferlerden sonra Uluç Ali’ye Tersane Kahyası olarak İz­mir Sancağına mutasarrıf olarak atandı.
1565 yılında yapılan Malta Seferi zaferle sonuçlandı. Ancak, Turgut Reis bu kuşatma esnasında şehit düştü. Uluç Reis’in üzün­tüsünü anlatmaya kelimeler yetmiyordu.
Turgut Reis’in ölümü üzerine Trablusgarp yönetimi Uluç Re-is’e verildi. Bu görevi sırasında Tunus’u tekrar Osmanlı toprakla­rına kattı. Diğer taraftan, Kıbrıs’ın fethi için düzenlenmiş olan sefere katılmak için emir almıştı.
Osmanlı’nın Kıbrıs seferi bütün Avrupa’yı ayağa kaldırmış, bunu önlemek için çareler düşünmeye başlamışlardı. Bu dönemde Türk donanmasının başında Pertev Paşa bulunuyordu. Uluç Ali İse denizde düşman gemisi kovalamakla meşguldü. Daha sonra Pertev Paşa kuvvetlerine katıldı.
Eki tarafta da savaşın ne şekil olacağı tartışılıyordu. Uluç Re­is, kapalı yerden çıkılmasını ve açık denizde savaşılmasını istiyordu. Fakat yaşlı kumandan buna yanaşmıyor, kara savaşının verdiği alışkanlıkla, sırtını dağlara vermek istediğinden dolayı, limandan fazla açılmak istemiyordu.
Oysa ki, Türklerin denizdeki üstünlükleri elde edebilmeleri, yıllarca denizlerde savaşarak pişmiş olan, Türk korsanlarının sayesinde idi. Onların sözünün dinlenmemiş olması, çok büyük kayıplara yol açmış, yaklaşık üç yüz yıldır, ilk defa Osmanlılar Avrupalılar önünde yenilgiye uğramamışsa da, net bir üstünlük sağlayamamış, bir de başta Kaptan Paşa olmaz üzere, birçok de­ğerli kumandan, reis ve askerini kaybetmişti. Bu durumun, Os­manlı’nın mutlak hakim olmadığmı göstermesi açısından, maddi zararından çok, psikolojik zararı daha fazla olmuştur.

Uluç Reis’e gelince, düşmana en büyük zayiatı yine de o vermiştir. Yaptırdığı ustaca manevralar, gözü kara hücumlar, düşmanlarının dahi hayranlığını doğurmuştur. Şayet, Kaptan Paşa komutasındaki donanmamız yarım saat daha dayanabilmiş olsa İdi, zaferin Türkler tarafından kazanılması işten bile değildi. Yine de Uluç Reis, kendisi en küçük bir zarar görmeden on üç düşman gemisini denizin dibine göndermeyi başarmış, yüzlerce düşman denizcisini esir edebilmişti.
Uluç Reis, bu savaştan sonra hemen İstanbul’a gitmedi. Sa­vaşın öncesi, esnası ve sonrası gelişmelerini ayrıntılı olarak anla­tan bir raporu Padişah İkinci Selim’e gönderdi. Sadrazam ise So­kulu Mehmet Paşa idi.
Sadrazam, Uluç Reis’i “Kılıç Ali Paşa” olarak Kaptan-ı Derya­lığa atadı. O artık Türk denizciliğinin tek reisi idi. Boş durmadı. Düşmanın denizlerdeki durumu İle ilgili olarak her türlü yeni bilgiyi topladı. Donanmayı elden geçirtti. Bütün tersaneleri tam mesai ile çalıştırarak, Türk Donanmasına en gelişkin gemileri yaptırdı. Ve bu şanlı donanma, Kılıç Ali Paşa komutasında Ça­nakkale’den geçerek Venedik yönüne doğru İlerledi.
Türk donanmasının denizlerde pervasız dolaşması, Vene-dİk’in, Osmanlı’nın istediği bütün şartlan kabul etmesini sağladı. Tabii bu esnada, Türk denizcileri Venedik’e ait birçok kaleyi ve adayı zapt etmiş bulunuyordu.

Uluç Reis, Kılıç Ali Paşa olarak son nefesine kadar devletine ve milletine hizmet etti. 1587 yılı Haziran’ında vefat etti. Mezarı, kendi yaptırmış olduğu Tophane Camii’nde bulunmaktadır.

Etiketler:

Yorumlar

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Nazım (Manzume)